İşte bir Blues festivali daha. Yirmincisi. Biz herhalde en az onuna katılmışızdır:
Gidelim mi diyen arkadaşa aman davetiye denmiştir, o da yılmamış elde etmiştir beş adet davetiyeyi. Hilton'un önünde buluşulur. Bir önceki günün sıkıntısını görmezden gelircesine arkadaşımızın biri derhal ekmiştir geceyi, elimizde kalakalan davetiyeyi kime armağan edeceğimiz konusunda kısa bir tereddüt yaşasak da görüntüsünden pek parası olmadığını düşündüren bir genç bilet kuyruğunda sevindirilir.
Festivalde yeni olan eşlikçilerimize biranın, yemeğin, tuvaletin yeri ve salonun konumu aktarılır. İlk yaşlı zenci bir başına çalmaya başlamıştır bile, henüz yeterli alkolü bünyesine aktarmamış olan gençlik ayaklarının üstünde sallanmaktadır isteksizce. Bari bir bira dileğiyle büfeye yönelinir, her seferinde davetiyeye eklenen fişler yoktur, kapıda sorulmuştur, gereksizdir, o güvenle bardağa uzanılır pilsenci gencin uzattığı.
Ama öyle değildir, davetiye yalnızca bilettir, bira altı liradır, bedava neyin yoktur, üstelik kuyruğa girilip fiş alınacaktır, üstelik sonra yeniden kuyruğa girilip bira-belki- alınacaktır.
Çünkü o davetiyeler pazar gününün davetiyeleri değildir ve zaten gecelerden de cumadır.
Gecenin tadı baştan kaçmıştır.
Bin yıldır içtiğimiz binlerce şişe efesin kıymeti harbiyesi yoktur, efesin gözünde.
Sonuç şudur ki, İzmir'in en pahalı fıçı birası plastik bardakta tüketilir. 17 yaş ortalamasının özürlü hissi veren kalabalığından sıkılınır. Dans etmek istenir, biraz edilir de, ayaklar ağrır. Tek bir kişi görülmez özgün yada yaratıcı. Tek bir dans figürü yoktur göze takılan. Çiftler baygın birbirlerinin gözlerine bakmaktadır yarım bardak plastik bardaktan sarhoş. Zaten bluesde değil türkü barda da olsalar farketmeyecektir mekan kullanma biçimleri. Japona benzeyen güzel kızın önümüzden boyuna geçirdiği tepsideki patateslerden tırtıklanır birkaç kez sonunda kızcağız halimize mi acır, yoksa sempati mi duyar dilizi grubuna, bize de bir tabak patates armağan eder. Gönül her zamanki yufka yüreğiyle kızcağıza beş lira verebilmek için yanımızdan kaybolup mutfağın yolunu tutar.
Birden açılıp kapanan mutfak kapısında bir arkadaşın öpüştüğü akşamı hatırlarım.
Her konseri dansıyla açan ihtiyar delikanlıyı.
Serdar'ın TRT2 ekranlarına taşınan minik çapkınlığını.
Pistin kenarına Deniz'le oturduğumuzda yerlere yatıp -bizi ne sandılarsa- görüntüleme yarışına giren kameramanları.
Bayi eşlerinin bordo kadife elbiselerini.
Fillandiya'dan edindiğimiz sevgili adayını.
Ve hiç durmadan saatlerce dans edip bağırdığımızı.
Yıldız hanım sıkılır birden, aceleyle veda eder gruba, itirazları dinlemez, saat daha onbuçuktur. Biraya ödenen yeterince paraya rağmen kafası ve ruhu iyi değildir.
Vurur kendini İzmir'in serin gecesine, evine dek yürür, geçmişe saklanır.
24 Kasım 2009 Salı
17 Kasım 2009 Salı
YOKSUNLUK ŞÖVALYESİ!
Sigara, bira, rakı neyin yasak.
Sağlığımız bozuluyormuş!
Üretimimiz aksıyormuş!
Hayatta duruşumuz sakatlanıyormuş!
Ruhumuz yara alıyormuş!
Çok para harcıyormuşuz!
Nereye kadarmış?
Sigara, bira, rakı. Ve dahi benzerleri.
Neymiş, içmeyecekmişiz.
Sağdan say kaç gün, soldan say kaç saat?
Al sana sağlık, agrasyondan depresyondan çıkama. Üretim desen boş sayfalardan ibaret. Hayatta şu anki duruşum pijama terlik ve geri çevrilen dost davetleri, üstelik bir afra tafra. Ruhum zaten ne zamandır nane ruhuyla, tuz ruhu arasında gidip gelmede. Para desen varlığını yokluğunu hiç farkedemediğimiz tuhaf nesne. Nereye kadar sorusu pişman anların doğrulayıcısı.
Aklında dönüp dolaşan başarı öyküleri-bu konuda-, zihninde takla atan dost örnekleri- bu konuda-, üç gündür evdesin, eldeki avuçtaki belli, hepsi sıkıntı, hepsi yoksunluk, yıllar önce yarım akıllı amcaoğlunun söyledikleri geliyor aklına (ya, ben nasıl bırakamıyorlar sigarayı anlamıyorum, kilitleyeceksin bir odaya, bak nasıl bırakıyorlar gibi bişey),senin kapın da kilitli sana, sokak yok, güneş ve rüzgar yok, evdesin ve duman da yok öyle salaklaşmışsın bir yandan, daha ne yesem de diye düşünürken hayata kibarlığını da yitirmişsin. Deniz'in hikayelerini okuyorsun, orda Amsterdam, Paris, burda sen küçük hesaplarla küçük bir hayatı yeniden kırpıp küçültmeye çalışıyorsun. Fırlıyorsun sokağa, öyle pijama, terlik, hiç yapmazdın, bakkalda sigara diye haykırdın mı, içtiğin markayı dünya biliyormuş gibi, kekeleyerek alıp, koşup eve, tam o sırada telefon çalıp, Gönül ikinci kez arayıp sen paketin ucunu açmaya çalışırken, davetiye bulunmuş, cuma gecesi blues konserine gidecek-misiniz-siniz, bir zamanlar yazıp yönetip oynadığınız belgesel dönmeye başladı mı kişisel tarihinin hafızasında...
Bir nefes çekip, günler sonra, bu cümleleri kuruyorsun, kendine ve birkaç dosta, ama nasıl, bir başka dünyaya gitmek esriklik içinde, kayar gibi, uçar gibi, böylesi daha mı iyi ne?
Sağdan say kaç gün, soldan say kaç saat?
Nereye kadar HAYAT KOMUTAN?
Sağlığımız bozuluyormuş!
Üretimimiz aksıyormuş!
Hayatta duruşumuz sakatlanıyormuş!
Ruhumuz yara alıyormuş!
Çok para harcıyormuşuz!
Nereye kadarmış?
Sigara, bira, rakı. Ve dahi benzerleri.
Neymiş, içmeyecekmişiz.
Sağdan say kaç gün, soldan say kaç saat?
Al sana sağlık, agrasyondan depresyondan çıkama. Üretim desen boş sayfalardan ibaret. Hayatta şu anki duruşum pijama terlik ve geri çevrilen dost davetleri, üstelik bir afra tafra. Ruhum zaten ne zamandır nane ruhuyla, tuz ruhu arasında gidip gelmede. Para desen varlığını yokluğunu hiç farkedemediğimiz tuhaf nesne. Nereye kadar sorusu pişman anların doğrulayıcısı.
Aklında dönüp dolaşan başarı öyküleri-bu konuda-, zihninde takla atan dost örnekleri- bu konuda-, üç gündür evdesin, eldeki avuçtaki belli, hepsi sıkıntı, hepsi yoksunluk, yıllar önce yarım akıllı amcaoğlunun söyledikleri geliyor aklına (ya, ben nasıl bırakamıyorlar sigarayı anlamıyorum, kilitleyeceksin bir odaya, bak nasıl bırakıyorlar gibi bişey),senin kapın da kilitli sana, sokak yok, güneş ve rüzgar yok, evdesin ve duman da yok öyle salaklaşmışsın bir yandan, daha ne yesem de diye düşünürken hayata kibarlığını da yitirmişsin. Deniz'in hikayelerini okuyorsun, orda Amsterdam, Paris, burda sen küçük hesaplarla küçük bir hayatı yeniden kırpıp küçültmeye çalışıyorsun. Fırlıyorsun sokağa, öyle pijama, terlik, hiç yapmazdın, bakkalda sigara diye haykırdın mı, içtiğin markayı dünya biliyormuş gibi, kekeleyerek alıp, koşup eve, tam o sırada telefon çalıp, Gönül ikinci kez arayıp sen paketin ucunu açmaya çalışırken, davetiye bulunmuş, cuma gecesi blues konserine gidecek-misiniz-siniz, bir zamanlar yazıp yönetip oynadığınız belgesel dönmeye başladı mı kişisel tarihinin hafızasında...
Bir nefes çekip, günler sonra, bu cümleleri kuruyorsun, kendine ve birkaç dosta, ama nasıl, bir başka dünyaya gitmek esriklik içinde, kayar gibi, uçar gibi, böylesi daha mı iyi ne?
Sağdan say kaç gün, soldan say kaç saat?
Nereye kadar HAYAT KOMUTAN?
10 Kasım 2009 Salı
DÜŞME KURSLARI-1
Benim bildiğim babanneler kestane pişirir dedim Aygün'e. Artık kentten iyice sıkılmış, ormanın içine pastadan ev yapmaya niyetlenirken. Ama yine de gittim okula, yeni bir öğretmenden yeni bir söylem dinlemeye. Allahtan bu seferki pek şeker çıktı. Tüm derdi görevini layıkıyla yerine getirmek, zarif ayrıldık, arada bahçede Umutsu da harçılığını kaptı. Çok özel veli toplantısı hadisesi böylece atlatıldı.
Hava güzeldi. Ölüsü kandilli İzmir şımbıl şımbıl yanıyordu kasım güneşinin altında. Uzun yürüdüm. Denize sıfır ne demekse, hepten denizin içinde bir masaya oturdum, ödev kitaplarından birini okumaya. 30 sayfa onda biri, 40 sayfa kaçta kaçı yapar, arkamda cep telefonuyla ülkemin neredeyse bir yıllık ihracat ve ithalatını halleden bir adam, yan masada ay valla nidalarıyla annelerinden dert yanan üç kız, masada birbirine eklenen iki bira ve eşlikçileri, incecik zarif sigaralar. Pazar günü seyrettiğim filmde kadın öyle bir sigara içiyordu ki şöyle sağ el havada, utandım zaten bunca yıllık sigara içiciliğimden, (coco nun sigaralarını ayrı tefrikada anlatacağım) Sonunda deniz ve ışıklar eh bizden bu kadar, daha fazla mutluluk sağlayamayız senin için dediler ve karanlığa doğru yürüdü şehir.
Şehir yürüyünce ben de yürüdüm elbet. Başım yukarda, omuzlarım dik, zihnimde binbir düş, aniden sağ bacak öne uzandı usul usul, yere yapıştı yüzseksen derece, sol dizim yere vurdu, çanta bile sallanmadı elimden iki elimi hafifçe yana kaldırdım kelebek kanadı gibi, aniden ayaktayım.
Bi garson koştu bişeyiniz varmı, yok bişeyebastım kaydım, baktım bir limon dilimi yarım, kenara ittim ayağımla, başkası da basmasın, -böyle durumlarda pek hevesliyizdir başkasını kollamaya,-biraz sol taraf kasıyor, aldırma yola devam. Nasıl gülmek bir yandan pozisyon aklıma geldikçe içten içe, kıkır kıkır.
Vay be, istesen yapamazsın, sanırsın bale eğitimi almışım geçmişte bir yerlerde de göstermek bugüne nasipmiş.
Bolşoy'da açık bir kadro var mıdır acep?
Hamiş: pantolon da, kilotlu çorap da sağlam. diz yaralı. penti reklamı da uyar valla.
3 Kasım 2009 Salı
MERAKLI BİR ÇOCUKLA SOHBETTEN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)