29 Nisan 2010 Perşembe

GÜLMECENİN FELSEFESİ


İşte dünyanın orta yeri. Fıkrayı illa bilirsiniz.Zekayla çözülen, küçümseme püskürtmesi. Fazla söze gerek var mı? BENCE YOK...

TURLAMA TEFRİKASI- GELDİK AKŞEHİR'E







Burası Hoca Nasrettin kenti. Adı napolyon kirazı denilen beyaz kirazdan, tam da şimdi dağı taşı saran bembeyaz kiraz çiçeklerinden, kalesinde kullanılan beyaz taştan geliyor. Adı gibi ak pak bir yer. Bu denli güzel olduğunu düşünmezdim. Sultandağı da tepesindeki daim karlarıyla pek bir haşmetli. Dağdan çıkan su Akşehir'i ikiye bölüyor. Şu anda zayıf bir su. Bir yandan da ahşap bir köprüyle yerinde yattıkça yaşayası Hoca'nın türbesiyle yeni yapılan yeni güldürücülerle Nasrettin'i buluşturdukları gülmece parkını da ayırıyor birbirinden. Aslında Hocamızın tüm Anadolu'ya yayılmış önüç türbesi daha varmış. Amma ölmek, ve de ölümsüzleşmek. Özet budur sanırım.

26 Nisan 2010 Pazartesi

REHBERİMİZDEN BİR MASAL


Eskilerde bir sultan bir türlü evlenmiyor. Erkan varis derdinde, lalasının ısrarı üzerine kırk gün içinde yanıtlamasını istediği bir soru soruyor sultan.


Bir hayvan düşün diyor, kürkü giyilecek, eti yenecek ve deeeeeeeeeee canlı kalacak.


Lala tıpkı sizler gibi bulamıyor yanıtı. Ama pes etmek yok, karışıyor halkın arasına başlıyor sormaya. Tam yirmisekizinci gün bir evin kapısını çalıp konuk oluyor. Ev sahibi yaşlı adama yöneltiyor soruyu. Adam ben bilemedim ama akıllı bir kızım var ona soralım diyor. Lala'nın aklı yatmıyor yatmasına da çaresiz kıza soruluyor soru.


Kız bundan kolay ne var diyor, hayvanın tüylerinden giysi dokuyup giydiririz, yumurtalarını keser pişirir yeriz, e hayvan da ölmez.


Lala etekleri zil çalarak koşuyor sultana anlatıyor bir bir duyduklarını. Sultan diyor ki bunu bilmek senin haddin değil, hele söyle kimden öğrendin cevabı. Kızdan bahsediyor mecburen adamcağız, sultan da kızı saraya getirtiyor.


Bundan sonrası kırk gün kırk gece düğün sananlar fena yanılıyor elbet. Bizim rehbere yakışır mı buncacık basit hikaye?


O anda mı patlıyor savaş, yoksa bizim müşkülpesent sultanın önceden ayarlaması mı bilinmez, sultan savaşa gitme kararı alıyor. Giderken de rahat durur mu, yeni zorluklar koşuyor kızcağıza.


Diyor ki bu sandığa 99 altın koydum, kilitleyip anahtarını boynuma astım, döndüğümde altınlar 100 olacak. Altımdaki at benimle savaşa gidiyor, döndüğümde bahçede taylarını göreceğim. Yetmedi, sen de hamile olacaksın ve deeeeeeeee çocuk benden olacak.


Şimdi ben olsam kızcağızın yerinde uygun bir laf söylerdim ama, masal bu, sesini çıkarmıyor garibim.


Bir vakit sonra, Duran Bey adlı yeniyetme biri savaşı izlemek için izin istiyor sultandan ve kuruyor çadırı alana sultanla satranç oynamak karşılığında.


Daha ilk oyunda yeniyor sultanı- kızmıştır da büyük ihtimal hazret- ödül olarak boynundaki anahtarı istiyor. İkinci oyunda yine yeniyor ve -aman aman- birkaç günlüğüne atını istiyor.


Sultan denilen bu herifler şimdikiler gibi seri yalancı değil istemeye istemeye veriyor ufarak adamın istediklerini.


Sıra geliyor üçüncü oyuna ki breh breh! Yenilivermez mi bizim Duran Bey. Sultanım diyor kazandığınız oyunun hediyesi bir cariye benden size bu akşam. Sultanda da sadakat hakgetire bana göre, halvet oluyor cariyeyle.


Elbet benim arif okuyucum anlamıştır hikayenin sonunu da, yine de yazayım dalgın olanlar için. İşte bu Duran Bey dediğimiz tüysüz ufarak kızcağızın ta kendisi. Anahtarı almış sandıktaki altını tamamlamış. Atı almış dölleme işini halledip tayları garantilemiş.Ve de cariye kılığında çocuğu karnına koymuş.


E, sultan da kızın aklına hayran kalıp onunla evlenmiş. Masal ya bu, kesin düşük falan yapmamıştır bizim kız, hatta çocuk da oğlan olmuştur varis adına.


Benim anlamadığım a kızım, sen bu sorunlarla uğraşırken cariye olsun da ne olursa olsun diye başkasının koynuna giren, yorgunu bu kadar yokuşa süren bir adamla ne diye evlenirsin? Sultan bile olsa. Ki bu tarih, bu masallar ne sultanlar gördü ve de görmekte.


Bana uymazdı valla.

Hem erkek dediğin akıllı kadını neresine dürsün?


Hem itiraz et hem de anlat, bu da bana yakışır işte :))

KAPODOKYA TEFRİKALARI- AFYON DOLAYLARI


Kurtuluş Savaşı'nın önemli mekanı. Dumlupınar Şehitliği'nden geçiyoruz. Heykel, bayrak ve özen. Otobüsteki başlar bir sağa bir sola dönüyor. Daha yeniyiz ve hiçbirşey kaçırmamaya yeminliyiz adeta.


Beşbin yıllık bir tarihi var Afyon'un. Hititler, Frigler ve Selçuklular yaşamış burada. Bu yüzden tarihi eser bakımından zengin. Kalesi, camileri, medreseleri ve de bir dünya kalıntı. Yumurta borsası burası. Sucuk, mermer, termal kaplıca, şekerin envaisi burda.


Afyon'u otobüsün pencerelerinden izleyebiliyoruz yalnızca. Özel zaman ayırmak gerek, belki başka sefere.


Kolaylı Tesisleri diye bir yerde öğle yemeği molası. Dönüş yolunda da uğradığımız bu yeri tefrikanın sonuna doğru tekrar anlatacağım. Şimdilik ekmek arası sucuk döner deyip, ağzınızı sulandırıp geçeyim.



KAPADOKYA TEFRİKALARI- İLKLER


İlklerin ülkesini anımsadım yeniden.

Kentimde usul avare, etkinliklerden aile ve dost meclislerine koşuşturup dururken, yüreğimi öyküden şiire, ellerimi camaltı şahmerandan maska sokup çıkarırken, Olcay'ın muhteşem önerisine uyarak (iyi ki) tur tur turlamaya çıktım.

Ki benim için bir ilkti.


Yeryüzünde kayda geçmiş yapılamaz olası ilk savaşın, bulunamaz olası ilk paranın, iyi ki keşfedilmiş ilk şarabın, dünyalar durdukça kalası ilk tiyatronun öykülerinde gezindim.


Afyonu patlamamış bünyenin 07.15 de otobüste yerini alması da bir ilk.


Kula'da ilk mola. Filiz'in simit, zeytin ve peynirleri, Olcay'ın börekleri, Yeşim'in kahkahaları. Sırtımızı ısıtan parlak güneş, içimizi ısıtan tazecik çay, tellendiriliveren iki sigara. Rehberimiz Nilay hanımın daha sonra sıkça duyacağımız " tekerlek dönüyor " adlı uyarısı.


Uşak'tan geçiyoruz. Çağatay türkçesinde oğul anlamına geliyormuş. Karadenizlilerin de sıkça kullandığı gibi.Lidya Kralı Kreizos (Karun) öyle zengin işte, Solon'a soruyor mutluluk nedir diye. Sanırım, sanıyor ki zenginlik, para falan diyecek. Mutluluk ölüm haline girdiğinde belli olur diyor Solon. Gel zaman git zaman Pers kralına fena yeniliyor Karun. Yakıldığı anda Solon diye bağırıyor. Rehberimiz böyle anlatıyor. Ben de şu sonucu çıkarıyorum nacizane, demek ki neymiş, huzurmuş mutluluk, hayatın değerini bilerek yaşamakmış. Öyle çok para falan istememekmiş.


E, biz çok para istedik mi hayatta? Yoo!

Peki mutlu muyuz? Ne bileyim, ölürken öğreniriz belki. Ama gözümün önünden film şeridi gibi geçerken hayatım, "Solon!" diye bağırmayacağım kesin.

17 Nisan 2010 Cumartesi

KATILMIYORUM!


Bugün önemli buluşmalar var. Öncelikle kentimin ay çöreği festivali başlıyor. Orada olmak bin yıldır boynumuzun borcu. Dalacağız içine, besleneceğiz, dostları görüp sevineceğiz. Yeni düş kırıklıkları yaşayıp üzüleceğiz. Disiplinsizliğimize kızıp yazı adına, kıyamet furyasını andıran ortamı gördükçe de boşvereceğiz bir kez daha.

Elinde kalem okur bekleyen yazarları, yazamayıp basanları, basıp satamayanları gördükçe boşver diyecek içimiz.

Popüler kurabiyelerin önündeki kuyruklara vah, içimiz gidip de alamadıklarımıza bir kez daha tüh diyeceğiz.

Sonra bir de Dolmabahçe sarayındaki haşmetlinin açılan yemeği var bugün.

Hafta içinde Orhan'cığım aradı. Pamuk olanı, ben katılmayacağım Yıldız'cım, zaten ne yapsam, kucağımda Nobel bile taşısam halkım beni sevemedi, yurdışındayım falan diye mazeret sunacağım artık, ayıp olacak ama dedi.

Murathan, Adalet Hanım, Yaşar Abi'yle de katılmalım diye anlaştık. Onlar mazeret bildirecekler.

E, benim de mazeretim var, bir kerekarnım tok. İstanbul'da tıkınmaktan bir kaç kilo almışım zaten dikkat etmem de lazım.

Kısacası yemeğe gitmeyeceğim.

Ama tüm düş kırıklığı ve kaosu göze alarak ay çöreği festivalindeyim.

Sizleri de beklerim...

11 Nisan 2010 Pazar

AÇ KOYNUNU BEN GELDİM!..


Dönüp geleceksin birgün bıraktığın kente,
zaten o kent hep seninle gezmiştir her yerde...

gibi tuhaf iki dizeden sonra müjdelerim ki, tabi merak eden varsa, döndüm işte. Burnumda tüttü bu kez, çok da bakamadım canım İstanbul'a. Kentin güzelim dokusuna akamadım bir türlü, içine sızamadım tüm gayretime rağmen. Bana şiir sunmadı bu kez, öyküsünü gizledi üstelik.
Sinemalarına giremedim, önceki yıllarda özel olarak gittiğim festivaline rağmen.
Cumhuriyet meyhanesi, o sevdiğim hani, yeni yüzüyle iyice sevimsizleşmiş.
Asmalı mescitin mekanlarına akmış dizi ünlüleri.
Süslü karakolu mesken edinmiş kebapçı iskenderin tereyağı coslamadı bu kez.
Sokaklarında telaş ve şaşkınlık yürüyordu koca kentin.
Sarayburnu'nda deniz ve poyraz kucakladı allahtan. Karaköy'de naylon leğenlerde yüzen balıklar.
Galata kulesi çok sıkıldım diye sessiz çığlıklar atıyordu.
Kız kulesi uykuda.
İstiklal beden nehri, Beyoğlu korkuda.
Eminönü kallavi eşya şehri, kadınların çoğu kara çarşafta. Ezanlar birbirini saygılıyca takipte ki uzasın eksilmesin kaygısı.
Akbil, otobüs, taksi, finiküler, metro şamatası.
Ve insanı çiçekten soğutacak milyarlarca lale soğanı.
Yabancılaşmanın İstanbul ayağı.
Sonunda geldim, toprağını öpemedim İzmir'in, ben yokken solmuş açelyayı öpsem sayılır mı, bilmiyorum.