30 Aralık 2011 Cuma

yeryüzünün yaban domuzu püskürttüğü gün

...
Benim hayvanlarla gezinmeme, hayvanlarla konuşmaya, hayvanlarla bağrışmaya gitmem hiç kimseye kaygılandırmıyordu. Ne de olsa bir keresinde Küba'da tuhaf bir lokantada denizayısı bifteğini teklifini geri çevirmiştim, ayrıca leopar derisinden yapılmış asker kepi modeli şapkalar giyen kadınlarla çıkmamayı  da prensip edinmiş biriydim. Anlayacağınız hayvanlarla aram gayet iyiydi.
...

                                                                                 TOM ROBBİNS/ Geriye Uçan Yaban Ördekleri

12 Aralık 2011 Pazartesi

dün geceden...

"Farkında olmadan, bizimle rastlaşan ya da bizi çevreleyen insanların tutkulu düşlerine gireriz. Ve arzulayan kişinin kabalığı, yetisizliği, yaşı ya da duyarsızlığına; tutkuyla istenen kişinin saflığı ya da utangaçlığına rağmen böyledir bu, kendi tutkularını dile getiremeden bir başkasına yönelirler belki. Böylece her birimiz bedenini herkese açar ve onu herkese teslim eder."
                                                                MARGUERİTE YOURCENAR

6 Aralık 2011 Salı

salyangoz hikayesi

Herşey Ozan'ın sümüklü hikayesiyle başladı."Hocam içiniz kalkacak akşam saati." Yok canım olur mu, çok komik bir öykü bu, hem ben hayranım bu hayvanlara, yaz bahçelerinde ne güzel, ah ne güzel ipek yollar çizerler, insan bakmaya doyamaz" derken..

İki gece sonra sokaktan gelen gürültüyü kesmek adına yataktan fırlayıp salon penceresini kapamaya hızla yekindiğimde, kapının yanında, parkenin üstünde bi "şeye" bastım, ki anlayamadım ne olduğunu, kağıtla toparlayıp yerden attım çöpe, aklıma takıldı iki gün boyunca.

İki gün sonra koltukta otururken arka balkona doğru baktığımda gördüm halıların üzerindeki "Ah, ne güzel ipek yollar." Tanrım bi salyangoz gezmiş evde, üzerine basılan, çöpe atılan," üzüntüyle birlikte hafif bir iç kalkması.

İki gün sonra gece geldiğimde öyle duyargalarıyla falan bilgisayar ekranının üstünde hemen, duvarda bir yenisi. Sanırsınız bağ evinde oturuyorum, az izlemece sonunda uygunca uğurlama.

Bayramda kahve içerken Sadık'a (Yemni) anlatıyorum olan biteni. "Geleceğin erken kurgulanması!" diyor, iyi mi?

Ben bu tarifle de olan bitene hala şaşırmama şaşırarak yatışıyorum. Bir bilinmeyeni açıklamak için şık bir cümle yeterlidir nasıl olsa benim için.

Bitiyor mu, hayır! Mine Söğüt'ün yeni kitabı çıkmış, "Deli Kadın Öyküleri." Kitabı Bahadır Baruter resimlemiş. Bayıldığım çizgilerle. Kapakta öte dünyalardan gelmiş gibi bir kadın, kucağında salyangoz, elinde koca bir bıçak.

Ben daha ne diyeyim?

Geleceğin erken kurgulanmasıymış!

Vay be!

25 Kasım 2011 Cuma

Deli Kadın Hikayeleri/ Mine Söğüt

Aklın kıyısında gezinen, kadınlıklarını bir lanet gibi sırtlarında taşıyan, hepsi "kaybetmeye" yazgılı, içe işleyen yalnızlıklarıyla kalp burkan hayatlar, varoluş kabusları.

Kasıklarımda mağara gibi büyük bir yara.
Doğurmakla öldürmek arasında uzun ince bir ip
Delirmekle yemek pişirmek arasında kısa kalın bir kalas
Gidip geliyorum
Gidip geliyorum
Her adımda b-i-r-ş-e-y eziyorum
Şimdi o şeyi üzerine kusacağım
Şimdi o şeyle gözlerini oyacağım
Şimdi bak...iyi bak...ben o şey olacağım.

15 Kasım 2011 Salı

adını "HAYAL" koydum!

yeni büstüm. tamamladım. Tutku'ya benzediğini söylediler. yaptığım herşeyi birine benzetiyorlar zaten. Harpya için bir bişey demediler sonuçta, hepten yanmıştım yoksa. kalıbını aldım. bu kez sıkı bir malzeme kullanacağım dökümünde. polyester. yazınca bir tuhaf geldi sesi kulağıma  bu plastiğimsinin nedense.
evet son tahlilde, adını "HAYAL" koydum.

eski- yeni

gördüm, dağlarda, naylonla çevrilmiş  salaş bir dinlence yerinde. başına neler neler gelmiş bir zamanın temsilcisi gibi boynu bükük. ağaç kütüğünden pınar. ama hallice metal musluğu var. sabun koymamışlar da üstüne ucuzundan pembe boyalı sıvı sabun herzesi. yanında da aman yerler kirlenmesin, yeşil plastik çöp kutusu.
ne günlere kaldık dedim mi, hayır!
daha önce bin kez demiştim zaten.

Karaburina'dan çaldım!

Hiçbir insan hep aynı insan değildir


Bir şey yaparız, değişiriz.
Biri bir şey yapar, yine değişiriz.
Yaşadığımız her an, bir önceki andan farklıdır.
O an geçtiğinde artık yeni bir zaman vardır.
..Ve yeni bir insan olmuşuzdur.
Bir ömür içine pek çok hayat sığdırırız.
Sonra geriye dönüp bakarız ve sorarız.
Bu ben miyim, bu hayat benim mi?
Yanıtı basittir.

Evet sensin ve
bu hayat senin..."

Öyle bir geçer zaman ki'den.

dün neler konuştuk biz Tutku'yla

tutku:
öfkeli kalabalık hakkını arıyor ! :))

Bu pazar da hayatımıza böyle renk katma kararı aldık:)
Güzel haber krc krıkları getirin yenisini verelim diyecek kadar terbiyeli bir firmaymış, nasıl yani dedim; bir faraşa süpürün poşete doldurun getirin yenilerini alın gidin dediler:)) Ama ikeayı tepeleme fırsatını asla kaçırmayacağız tabi müptelası olduk artık:))
Şaka bir yana, fayukun üstüne devrildi.. ben olsam hiç şansım yoktu allah korudu.

sonrası:
3 haftadır satın almış olduğumuz ürünlerin montajı, eve gelen ürünlerde çıkan fabrikasyon hatası nedeniyle yapılması gerekli ürün değişimi ve yanlış kargo şirketiyle yanlış adrese yaptığınız gönderim nedeniyle geciken ürün parçası vb sorunlarla zaman ve enerji kaybetmekteyiz. Nihayet dün gelen görevli sorunumuzu çözdükten sonra bu akşam satın aldığımız büfeyi yerleştirebilmeye başladık. Daha büfemize 5 parça eşya yerleştirdikten hemen sonra büfe dengesini kaybetti ve içindeki hiç kullanılmamış KRC marka porselen takımımıza ait parçalar kırıldı.

Ürün montajı esnasında ürünün mutlaka duvara sabitlenmesi gerektiği bize neden bildirilmedi? (montajı yapan görevli isteğe bağlı olduğunu söyledi)
4 kapaklı besta büfenin 4 kapağının aynı anda açılmaması gerektiği bize neden söylenmedi? (kapaklar açılınca ürün dengesini kaybediyor)
3 haftadır bize yaşattığınız bütün sorunlara ek olarak hala neden zarara uğratılıyoruz? (porselenlerimiz kutusundan bu akşam çıktı!!!)

Bu hasarı kim tazmin edecek?
KURU ÖZÜRLERİNİZDEN BIKTIK!

Şu ana dek yaptığınız tüm hatalar elimizde belgeli ve kanıtlı. şu anda bunları listelemeye enerjimiz kalmadı. Bayramda utancımızdan evimizde misafir ağırlayamadık. Son derece öfkeli ve çileden çıkmış bir müşteriniz olarak acil çözüm üretmemeniz halinde tüm haklarımızı kullanacağımızı bildiririz!
Tutku


ben:
Ah be tatlım!

Sana söyledim, İkea'nın patronu bile evinde kendi ürünlerini kullanmıyormuş, röportajını okumuştum, bu nedenle hayli mahcuptu.
Bizde sütten ağzı yananın diye bir deyim vardır, hala vardır.
Bir işiniz rast gitse şaşardım adlı deyimi literatüre eklemeli miyim, kararsız kaldım.Halin pek "umutsuz ev kadınları" görünümünde, yeni dizide bu fotoğraftan sonra belki sana da yer verirler.
Neyse geçmiş olsun, yeni ikeAAAA maceralarında buluşmak üzere!
Sevgiyle öptüm. Bize bunlar neden oluyor yerini ailece geçtik biliyorsun :)

tutku:
tabi canım tanrının sitcomuyuz biz ailecek.. maceralarımızın üstüne kahkaha efekti serpiştirip seyrediyo yukarda:))

hiiç sorgulamıyoruz artık.
bu arada ikeadan hızını alamayan faruk arada koltuğa pis ayakla tırmandığı gerekçesiyle benden kalay yiyince yataşa da savaş açtı bu koltuk temizlenmiyo kardeşim şeklinde:))
herkese bağırıyoruz çok komiğiz yeni bi hobimiz var artık biri bizi durdursun allasen:)))
öpük)

yazının ana fikri: uçuşup gidiyoruz kısacası!

14 Ekim 2011 Cuma

yeni sezonu açtık

Nazım'ın bahçesi, geliyorlar, ikişer üçer, yalnız.
Niye yazmak istiyoruz, anlatıyoruz, tanımaya çalışıyoruz bizi.
Birbirimizde kendimizi.
Sözün bohçası açıldıkça, savruluyor ortalığa merak ve beklenti yumakları.
Önümüzdeki günler güz güneşiyle, yağmurla, soğukla, sohbetle bizi bekliyor.
Sözcükler, cümleler ve öykülerle.
Sanırım, hepimizin içi sevindi!

öykü gördüm düşümde

geçende uyandım daha uyanmadan hatta baktım bir öykü yazıyorum öyle böyle değil cümleler ayan beyan sözcükler inci ipe sıralı koştum hemen yüzümü yıkamadan masanın başına bilgisayarın düğmesine bastım gelmiyor gecikiyor beyaz ekran o ara tam o ara cümlelerin çoğunu yitirdim zihnimin akışında ilk üç cümleyle başladım gerisi uçmuştu zaten ilk konfeksiyon öykümü yazma şansım kaçıp gitmişti gidip yüzümü yıkadım nasılsa çoğu gitmişti cümlelerin kahve yaptım kokuttu odayı suni bir kahve diye düşündüm canım gerçek bir kahve çekti oturdum masanın başına kahvemi yudumladım sigara nefesledim çok kahve içtim o gün çok sigara içtim dostum geldi dayanamadım cümleleri başıboş bıraktım kendimi güz güneşine attım bir hafta boğuştu zihnim kayıp cümlelele bulamadım bulmaktan umudumu kesince oturdum yeni cümleler uydurdum istedim ki bu öykü geldiği zamanki kadar iyi olsun olmadı olsun kurmaca diye yücelttiğimiz uydurmacanın tadını çıkardım yazdım bitirdim götürdüm birilerine sundum konuşmadık sustuk

27 Eylül 2011 Salı

döndük, dönmekten bir şeyler umarak!

   özledik efendim kentimizi. sokaklarımızı. arkadaşları, eşi dostu, hısım akrabayı.
masamızı özledik en çok. dağınık perişan masamızı. oraya buraya savurulmuş notlarımızı. her biri bir yerde kitaplarımızı. üç beş değişik giysiyi. dar alanda kısa paslaşmalarla pişirip taşırdıklarımızı. kahve kupamızı (bizim başka kupamız mı var? )

   zamanı doldurmak konusundaki uğraşlarımızı, salondaki dingin öğleden sonralarının ışık oyunlarını. penceredeki fesleğeni özledik (bekleyemeyip kurumuş)

   arasındaki ayraçlarla raflarda mahsun yarı okunmuş kitaplarımıza kavuştuk. her yeri ihmalin kanıtı gibi örten incecik toza, yanmayan merdiven ışığına, çalışmayan televizyona, bağlanmayan internete geldik. randevuya gidilen avukatta haklılıktan, kendini savunan konumuna düşmeye geldik. ödemelere, mecburi ziyaretlere, yapılması gerekenleri aralarında aciliyetine göre sıralamaya.

   dönmek için sabah şafağı sayarken iki gündür erken sabahları yaşıyorum kentimde. içimde pıpırlanan kelebekler.

   atlatırım.

   dersler başlar yakında, kaç gün kaldı ki? kayboluruz sözcüklerin arasında. yazıya el sallarım.

   ya da çamura sokarım yine acemi ellerimi. alçı tozuna bulanırım, takı yaparım. boyalarımı çıkarır şahmeran suretlerim.
  
   olmadı, şişe domatesi yapar, turşu kurarım.

erken

sabah-
dünü taşıdı
bugüne.

konuşkan
ağzım, sözden
kekre...

yalan desem
söylenene,
yazık bana.

çatlak vazoda
üç taş, geçen
yazdan kalma.

bari dostum
bari bana
öyle kalsa.

22 Eylül 2011 Perşembe

gözbebeği:

   İnsanlarda yuvarlak, hayvanların çoğunda ise dikine elips biçiminde olan gözbebeğinin çapı, irise gelen ışığın miktarına göre değişir. Karanlık ve uzaklık büyütür gözbebeğini; aydınlık ve yakınlık küçültür. Yani bu kararsız çember, ışık varsa küçülür, ışık yoksa büyür. Yakına bakarken de küçüldüğüne göre, yakın olan aydınlıktır, aydınlıktadır. Uzağın payına karanlık düşer. Zaten karanlığı kimse yakınında görmek istemez.
   Aşık olunca da büyür gözbebeği; demek ki aşık olunan hep uzaktadır. Aradaki mesafenin verdiği acıyı azaltmak için, maşuka "gözbebeğim!" diye hitap edilir.

                                 Elif Şafak- Mahrem

15 Eylül 2011 Perşembe

şimdilerde (yeniden) okuduklarım!

Kardeşlerim
Artık taş eklemeyin bunca yıllık yüküme
Kulbu sırlı bir küpüm dinlendirdim suyumu
Çekinmeyin gelin öpün sızısını yüreğimin
Ne heyecan ne hezeyan ne sitem ne sitayiş
Evden kaçan bir çocuğun bıraktığı mektup bu

Kardeşlerim
Bu dünyada varlığımız bir şakadan ibaret
Dilimdeki yangınla geldi geçti her günüm
Haydi bir lorke tutalım omuzlarımız şenlensin
Ki çok hayıflanmasın bu dünyadan elini yıkadığına
Sarısabır çiçeklerine teslim ettiğim ömrüm

Yücelay Sal/ J / APE

şimdilerde mırıldandıklarım (Teoman'ın sesi eşliğinde)

Mevsim rüzgarları ne zaman eserse
O zaman hatırlarım
Çocukluk rüyalarım
Şeytan uçurtmalarım

Öper beni annem yanaklarımdan
Güzel bir rüyada
Sanki sevdiklerim hayattalarken hala

Akşama doğru azalırsa yağmur
Kız Kulesi ve Adalar
Ah burda olsan çok güzel hala
İstanbul'da sonbahar

Her zaman kolay değil
Sevmeden sevişmek
Tanımak bir vücudu yavaşça öğrenmek
Alışmak ve kaybetmek

İstanbul bugün yorgun
Üzgün ve yaşlanmış
Biraz kilo almış
Ağlamış yine, rimelleri akıyor

Akşama doğru azalırsa yağmur
Kız kulesi ve adalar
Ah burda olsan çok güzel hala
İstanbul'da sonbahar

seni yeneceğim İstanbul ! ( yıldız) ne yapacaksan sessizce yap, sıkıldım...(İstanbul)

   Aşağılara doğru sonsuzcasına kıvrılıp giden bir yokuşun tepesindeyim. Yetmiyor o yokuşun tepesindeki en yüksek noktada, bir terasta. Boyu iki metreye yaklaşan bir ladin, Akdeniz'i anımsadan çift aşılı begovil ki hem beyaz hem morumsu çiçekli. Fesleğen, biberiye, sardunya, cenan, mercan eksik değil. Bir de en sosyetesinden orkide, mağrur beyaz çiçekleriyle katmerli.

   Karşıdaki apartmanın arkasına kısmet saklı üç katlı evin çatısında yaşı hayli geçkin bir hayırsız oğlan, kuşçu!

   Güvercinleri var, mecbur kalmadıkça girmiyor görüş menziline. Gün batmak üzere. Gökyüzü alavlere teslim. Komşu balkonlarda çay sefaları. Gün boyu kafamızı belleyen seyyar satıcı ses yükselticileri susmuş. Soğan, patatiz! Domateeez geldi, üç kilosu 5 liraya, salçalık kışlık domateeeez! Halılarınız, kilimleriniz (iç gıcıklayıcı bir kadın sesinden teybe alınmış) metresi bir liraya overloklanır!

   Tüm sesler kesildiğinde yankılanıyor zihinde en çok.

   Gündüz dişçi randevusu için Osmanbey'e gidilmiş. Ara dere bir yerde mekan keşfetme arzumuz nüksetmiş, Antik Kafe adlı bir yer bulmuşuz. Cafeyle, eskici arası bir mekan. İçerdeki herşey satılık, plastik çiçekler, el yazması hat levhalar, kapağı kırık otuz kırk yıllık şekerlikler, eski dergiler bir arada. Çayı şahane. Sahibi dünyaya geç gelmiş olmaktan yakınıyor. Kimbilir vaktiyle ne değerli objeleri üç otuz paraya satmak zorunda kaldı da "Şimdi internet var diyor, koyuyorsun şıp diye teklif geliyor." Ederini sorduğum hat levha gerçek değilmiş, öyle güzel eskitilmiş ki eski gibi duruyor. Ben orjinal peşinde ama ikisini ayırdedemiyen bir yandan, elli liralık fiyata bakarız diyorum, sonra.

   Oradan Taksim'e yürüyoruz, az yol değil. Hesapta sahaflar buluşmasına gidilecek. Her yıl yapılıyor İstanbul'da, bu ülkenin tüm sahafları katılıyor. Kolleksiyoncu değiliz, anlamayız, üstelik para da yok. Olsun, kitap kokusu yeterli deniliyor. Sonra Beyoğlu'nun sokaklarını görüyoruz. Mis Sokak, İmam Adnan. Dışarda tek bir masa yok. Yayaları düşünmüşlerdi ya kaldırırken, artık yaya bile geçmiyor o sokaklardan. Tuhaf bir görüntü.Miting meydanı gibi İstiklal Caddesi ve onu dik kesen bomboş sokaklar. Meraklısına diyeyim, kalkan yalnızca alkol masaları değil, daracık sokaklardaki kahveci mekanları da, hani buluşulup nefis Türk kahvesi içilen has kahve bile çay ocağına hapsedilmiş.

   İstiklal'de lüks görüntülü bir yer vardır. Tutku'yla imreniriz hep. Köşebaşı, cafeyle kitapçı arası. Ama bizim Yakın'a benzemez, şık kitap raflarıyla masalar iç içedir. Yan taraftaki masaları yerini eşiğe serilmiş film afişlerine terketmiş. Film afişlerinin üzerinde oturup sigara içmek de bi acıklı geldi nedense. Atlas sinemasının binası restore edlmiş, dünya markalarının satıldığı alışveriş merkezine dönüşmüş. Rüya sineması kapatılmış.

   Kuşçu oğlanın sesi geliyor. Fiiiiyuuut, huuuooo! Balkunun duvarındaki güvercin eşlik ediyor sese. Belli aralıklarla -ama çok sık değil- sürdürüyorlar göyüzüne ses salmayı. Yukarıda dört kuş. Baktığım yerden siyah görünüyorlar. İkisi dağınık uçuşlarda. Diğer ikisi birlikte, birbirine paralel dönüp duruyorlar. Ama ne dönmek, saatlerce. Biri kaçmak istiyor da sanki, diğeri iknada. Zaten kaçamıyor, gelemiyor, inemiyor aşağı. Bir aşk inadı gibi. İki arada bir derede, mağrur ve de çaresiz.

   Eh be kuş diyorum, kuşsun işte, iniver aşağı, aşk hazır, yem su hazır. Baktın sıkıldın uçar gidersin yine, seni tutamazlar ki.

   Elimde çay içen komşulara karşı seramik kupada bira.

26 Temmuz 2011 Salı

ŞAİRİN ROMANI- şairin dönüşü- Ümma'nın rüyası

....."Şairlik, gücünü, kudretini, bölüyor Ümma'nın," diyorlardı. "Benliğini bölüyor. Hükmettiği alemleri birbirine karıştırıyor, birinin kapısından diğerine geçerken bazı güçler ardında kalıyor. Bu da zayıflatıyor onu. Ümma, şiir yazarak yanlış yapıyor. Hem unutmasın: Şiir, erkek işidir. Ümma, erkeklerin işini yapmaya kalkıyor, görünmez dengelere müdahale ediyor."

Ümma, bir kahin, bir bilici. Ama şiir onun doğayla, düzenle ortak bilinci ya, oradan çıkıyor tam da bu söylenenler. Hele şiir erkek işidir dendiğinde, aklıma onyıllar önce yaptığımız sohbetler geliveriyor. Neden ülkemde çok az kadın şair vardır, erkeklere göre azdır sayıları, ya da tanınırlıkları? Bu sorular sıkça benim ve bu sorundan söz ettiğim arkadaşlarımın zihninde uçuşurken Adnan Özer demişti ki, "Şiir erkek işidir." "Çünkü şiirin öznesi kadındır," diye sürdürmüştü sözcüklerini. "Erkek fetihcidir, talancıdır."
"Ama sanatın her alanında kadınlar var başarılı," dediğimde susturmuştu beni. "Her alanında da bakarsan çok değişmez hal de, konu şiir olunca demişti, en saf sözcük sanatı."
Sözcükler tam da böyle olmayabilir bu konuşmada, ama bakış açısı,fetih ve talan kısmı harbi.

Koca Anakara'da yarım kalmış serüvenlerle kaplıydı şiirin kadın yolları.

İşte az önce yazdıklarımın özeti. Oturup birgün uzun uzun bu sorunsalı dillendirmek istiyorum aslında. Hele dün "Pulbiber Mahallesi" nin kızını yitirince, o güzelim, gencecik, narin şairin zehir zemberek yeni dizelerinden de mahrum kalıverince, bir yanım eksilince, daha da çok istedim bunu yapmayı. Sen içi kum dolu bir yangın kovasının derdini anlatmıştın bana Didem Madak. "Annemle İlgili Şeyler" le, anneme, anneliğime döndürmüştün yüzümü. Ah gitmek için erkendi be güzelim.

Bazı zenginlerin gösterişli şölenlerinde otuz-kırk okuyucu kadının bir ağızdan okudukları şiirler dinleyenlerde ürpertici etkiler bırakır, havaya buhur gibi yayılan şiir sözcüklerinin sihri iklimleri değiştirirdi.

Günümüz şiir hallerine baktığımızda nasıl da efsanevi bir duygu yaratıyor üzerimde bu sözcükler. Zaten anlatılan da kurgu sonuçta, yine de dizelere dair beklentimin dillendiricisi oluveriyorlar.

Yerküre üzerindeki her şeyi, her canlıyı yerküreye atılmış varlıklar olarak niteliyordu. "Öyle ya da böyle, hepimiz şu yerküreye atılmış varlıklarız," diyordu. "Ölerek birbirimize dönüşüyoruz, hepsi bu."

Ümma'nın, şairliği öncellemiş bir kahinin, dedikleri de "Hah, böyle düşünüyordum da, böyle anlatamıyordum," dedirtti mi kendime? Evet.

"Ama sen hiç deniz görmedin ki!" dediler.
Bunu söyleyenler aklı toy kalmış kişilerdi. Rüyaları, gördüklerimiz sananlardı. Ümma gülümsedi onlara. Bilgece bir söz söyleyip onları susturmayı denemedi bile. Yalnızca gülümsedi.

"Rüyaları gördüklerimiz sananlar" vay! Bu cümlelerin kurulduğu günün gecesini yazsam, ellerimle yapa boza etten bir insan yapmaya çalıştığımı rüyamda, ama başı olmadığını, bunu yaparken kedilerin kıllarının bu et yığınına bulaşmasından kaçındığımı, hiç korkmayıp tiksinmediğimi, sanki sıradan bir malzemeyle kasıklarından boynuna  bir bedeni bir heykel gibi yapmaya uğraştığımı, rüyaların aslında görmediklerimiz olduğuna inanan biri mi olurum? Yorucu bir biçimde aslına yormaya çalışmayı sürdürür müyüm?

18 Temmuz 2011 Pazartesi

ŞAİRİN ROMANI- şairin dönüşü- koku

Ne tuhaf! İnsanoğlunun yaşamda en geç keşfettiği şey şimdiki zamandı.

Bazen çok bilindik , çok klişe gibi duran cümleler insanın içindeki incecik bir tele asılıveriyor şöyle bir çekip geriye bırakıvermiş gibi. İnce bir ses çıkıyor buradan tınnnn! Rüzgarı ardına almış bu telin ete vurunca çıkardığı keskin acı sonra, akıl algılayınca da, pek bi az süre sonra unutacağını bile bile geçmiş dönem pişmanlıklarının ah'ını çekiyor.

Doğaya ilişkin, kanıksadığımızı sandığımız en tanıdık imgeler bile her an yepyeni bir mucizeyle yenilenebilir; yepyeni bir görünüş, derinlik ve anlam kazanır; herşey birdenbire yerkürenin var olduğu ilk günkü kadar taze ve kullanılmamış oluverirdi. Doğa hiç bıkkınlık vermiyor, hiç usandırmıyor, her seferinde şaşırtmayı sürdürüyordu.

Bir parçası olduğumuzdan mı, kendimizi zaman zaman talihsizce bir düşünceyle ayrı kıldığımızdan mı, bu doğayla sık sık yaşadığımız yeniden kavuşma gibi haller.

"İyi şiir doğa gibidir," derdi ilk ustası, "en çok kullanılan kelimelerle bile şaşırtmayı başarır."

"Pıt, diyen sesi dutun" demişti Sina, geliverdi aklıma. En sıradan görünen sözcüklerle yazılabilir evet iyi şiir. Tıpkı doğanın kendi şiirini kendisiyle yazdığı gibi. Havayla, suyla, ışıkla. Aman tanrım ışık deyiverdim ya, günde kaç kez kullandığımız, neler barındırıyor o kocaman geniş karnında.

Benim de fesleğen gölgesiyle ilgili bir derdim var bugünlerde, yazsam, yazabilsem.

"Şairlerin ortalığa hakim olacakları saatler herkesin uykuda olduğu saatlerdir," derdi. "Geceyarısından sonradır ve sabahın ilk saatleridir. Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanırlar şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar. Başkalarının zamanlarını çalarlar. Yeryüzünün saklı zamanlarını kullanırlar. Herkesin ortak kullandığı saatlerde zaman zayıflar, güçsüz düşer. Çünkü paylaştırılmış, bölüştürülmüş, diri tutulmuştur; ışığın ve gölgenin oyunlarından mahrum bırakılmıştır; herşey çok aydınlıktır. Nesnelerin ve hayatın görünüşü çiğdir. Nesneler de gizlenir, esinler de...Kelimelerin yalnızca bir anlamı vardır gündelikte. Oysa, yerkürenin uykulu olduğu saatlerde doğa da, nesneler de kendilerini daha çabuk ele verirler. Zamanın daha som, günün daha zayıf olduğu saatleri kullan yeryüzüyle söyleşmek için. Sözcüklerin ilk günkü anıları en iyi öyle anımsanır, öyle anlaşılır."

Bu yüzden midir geceleri sevmemiz evvel ezelden? Hayat sezgiyle kavranan mıdır aslında öğrenilenden çok? Işığın ham olandan suni olana evrildiğinde bile kentler daha kana karışıcı olur benim için. Hikayeler koyu kıvamlı başka bir ses edinirler ya hani kendilerine, benim de bir hikayem varsa eğer karışıverir ya o bütünlüğe. "Yeryüzünün saklı zamanları" deyimiyle Bendag'ın öğretmeni mi kodlayacaktı bize sevdiğimiz zamanları?

Onca yıl sonra yurduna dönen bu kocamış Bilge Şair'i, karaya, göğe ve denize gözlerini yeni açmış şu şaşkın Karakuşu yavrusunun (Gemi Karşılayan) karşılamasında kaderin sevimli ve gizli bir şakasını buldu Bendag.

Böyle bir kuş var mı gerçekten, şairin adlandırmadaki ustalığı mı diye düşündüm, utandım sonra, vazgeçtim araştırmaktan da. Zaten her nesneye bir ad veren bir başka şair değil mi, sözcükleri seven bir heveskar, sıradan dedikleri bir gönül. Hem bizi karşılayan bazen bir kuru yaprak değil mi, gülümseten, gözümüzden kaçan bazen, şair olsak da, olamasak da.

"Bazı mahcubiyetler, gecikmiş olduklarından, sahiplerini daha da mahcup ederler," diye geçiriyordu içinden. " Benimki de öyle. Adını Bilge Şair'e çıkaran bir büyük macerayı, kocamış bir şairin yeni bir başlangıcı mahvedebilir. Değer mi buna?"
Bilmiyor.

Bir şair dostum altmışbeş yaşının şiirini merak ediyordu. Berk yaşlandığında, elini eteğini çektiğinde bazı şeylerden, kendini bulduğunu iddia etti. Ben de çok bakarım bu meseleye. Sağlıklıysak, iyiyizdir güncelde. Belli bir yaşın şiiri nedense bilgelik ve ustalıkla birlikte soğukluk çağrıştırır, genç yılların algı kapıları değişmiş, sabır yoğunlaşmıştır. Öfkesi olmayanın şiirine de inanmam pek. Artık nesnelerin ikinci yüzü görülebilir, imgelerin en okkalısı seçilip dizelere konumlandırılabilir.
 Ama nerde acemiliğin getirdiği  "güzel kusur," ya heyecan ?

17 Temmuz 2011 Pazar

Çanakkale geçildi...



 Birkaç gündür süren düğün konseptli seyahatimiz dönüş yolunda artık. Gelibolu, keşan hoppala paşam, bunu da kim uydurduysa artık, bayıldığım Trakya topraklarını tüketip Çanakkale'ye varıyoruz sonunda. Doyumsuz boğaz manzarasından sonra keyifli bir yerleşim Çanakkale. Çarşılarına, binalarına, sık ve kocaman kitapçılarına bayılıyoruz. Yalı Han'da kahve molası veriyoruz. Tek düş kırıklığını çocukların aklına uyup gittiğimiz devasa kebapçıda yaşıyoruz, adını silmiş aklım, hatırlasam da hiçbiriniz gitmeseniz.
Fotoğraf 20.10.1933 Cumhuriyet Bayramı'nda çekilmiş. Han sahibi Ahmet Ağa(Ahmet Turhanlı) çalışanlarıyla.

Abe kaynana, naptın bize?

İpsala deyince bir duracaksın. Oralara bu güzel, sakin beldemizi gezip görmek için gidebilirsin. Benim tavsiyem, bir düğün için gitmektir.
Yöredeki tüm arabalar ardarda dizilip akşamüstü, Keşan kuaförlerinden saçları bir hayli kabartılmış, yüzleri bir hayli boyalanmış kadınlar gelir gelmez, yollara düşüyorlar. Üzerinden geçilmemiş cadde, sokak, önünde korna basılmamış tek ev kalmayasıya sürdürüyorlar düğün konvoyunu. Herkesler doyurulduktan sonra bahçede ver elini  belediye düğün salonu. Damat, gelin, kaynana, kayınpeder kapıda. Tüm İpsala teker teker öpülecek, bir kayınpederin eksikliğini Umut ve Faruk kapatıyorlar nöbetleşe. Herkes takısını takıyor girişte, allah ne verdiyse. Takı yoksa masa yok, limonata, pasta hatta oynamak da.
Tüm oyunlar ne çalarsa çalsın, ya elele ya da yanyana üstelik de bir yandan dönerek oynanıyor. Bu da zaten acemi olduğumuz bir alanda hayli zorluyor bünyemizi.
Düğünde içki yok görünürde, boyuna siyah poşetler akıyor arkalarda bir yerlere, hatta hatırlı masalara ve de bana, fanta içre votka servisi bile yapılıyor.
O gece ve önceki geceler yıkılmadıysa o salon, emin olun dokuzsekizlik ritmin özelliğinden diyorum. 

İpsala yollarında...

Düğün ekibi olarak çıktık yola, selam verdik ağaca, taşa, kuşa.
Her yerde durduk, çay, kahve su içtik. Hiçbir pınarı suya elimizi sokmadan geçmedik. Gözlemeler, yöre lezzetleri kurtulmadı elimizden.
Hap kadar bildiğimiz İpsala, öyle kendini korumuş, kendiyle barışık, ritmi içinde açtı kollarını bize.
Ara ara düğün evinin kalabalığından uzaklaşıp kaçamak yerlerini keşfettik hemen, komşu topraklara bakarak içtik biramızı.
Yeni dostlar edindik, her daim geçerli davetler aldık.
Hamiş: İpsala insanının yürek ritmi 9/8 dir biline. Biz bildik.

Dilizi bazen eğlenir...

Bu yıl en çok da eğlendik zaten. Çok paylaşım, az üretim, arada proje tasarımları. Geçip gitti koskoca sezon.
Geriye kalan dostluk, sevgi...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

kara köpek!

Önceki hayatında kimdi çok merak ediyorum.
Her açılışın, her davetin baş konuğu ilan etti kendini Alsancak'ta birkaç yıldır. Sanırsınız her akşam davet maili alıyor.
Ziraat Mühendisleri Odası'nın açılışında vardı, kurdelenin önünde fotoğraf çektirinceye dek vazgeçmedi ön saflarda olmaktan. İçerdeki yiyecekler bile kurdele kesilmeden içeriye çekemedi onu.
29 Ekim törenlerinde Gönül bir fotoğrafını çekip yollamış hazıroldaki askerleri teftiş ederken, a bu bizimki deyip anlattım ona da hikayeyi.
Havagazında Ezginin Günlüğü konserinde sahneye defalarca çıktı, korumaları atlatarak.
Şenlikte minik bir bandonun arasına dalınca ufaklıklardan korkup bagetlerini atıp kaçışanlar oldu ama çabuk alıştılar bizimkine.
Sadık Yemni'yle sohbetimizde de karşılaştık kara köpekle, anlattım, o da bana Avrupa'daki sarı köpekten söz etti. Protestocuların her daim yanında olan. Polise karşı duran. Üstelik bu gün Yunanistan öbür gün Portekiz'de görülen sarı köpekten.
Şaşırmadım, gülmedim.
Ne de olsa hayali hayattan ayırmayanlardandık ikimiz de.

Alsancak Şenliği

The sirbaz-lar!

Çok şey gördük yine. Bilgimiz dışında var olanlardan enstantaneler. Atlı polisler mesela. Kocaman bir kortej, bandolar, Müjdat Gezen sanat Merkezi'nin masal kahramanları gibi giyinmiş gençleri. Sokak Gösterileri Topluluğu'nun durgun heykellerini yürürken gördük ilk kez. Shirbazları varmış İzmir'in grup halinde katıldılar, siyah pelerinler falan. Ritim Atölyesi Konak Belediyesi'nin. Tan Sağtürk'ün bale atölyesi. Minik karateciler, nefes nefese yaşlı bandocular. Kıpti Rapçılar. Hepsi bir araya gelince akıllara seza bir durum.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

benim dostlarım!

Fuarın kalabalık ortamından pek bi sıkılınca Küba Dostluk Derneği'nin standında yaptık imzanın kalanını. STÖ lerin standlarının bulunduğu bu alan daha bir samimi. Hemen her standta tanıdık bir yüz.Gönül'ün Tenekeli Mahalle kitabına yürekten destek olan Dilizi (şarap ve çerez ikramı da dahil) ikimizi de öyle coşturdular, öyle gözlerinin içi gülerek, artık ayakları kendilerini taşımaz bir yorgunluğa düşerek üstelik hep yanımızdaydılar. Her saniye kitaplar konuşuldu, yüreklendirme, övgü ve paylaşım  hiç üşütmeyecek bir yakıcı yorgan oldu, üstümüzü örttü.
Yanımda olanlar, türküyü bölüşenler, gözlerime gözlerindeki sevgiyle bakanlar.
Benim dostlarım, kendimi kötü hissettiğimde evime gelen beyaz şarap ve yeşil can erikler.
Penceremin altında endişeyle başını kaldırıp içlerinden sakın ha, bak buradayız der gibi avuç dolusu gülenler.
Benim dostlarım.

ve tüyap...

 İzmir Kitap Fuarı  bu yıl da hızla, delice bir tat bırakarak geçip gitti kentimizden ve de hayatımızdan. Alınmak okunmak istenen binlerce kitaba bakıldı. Popüler yazarların önündeki imza kuyruklarına şaşıldı. İzmirli dostların yeni kitaplarından epeycesi edinildi, üstünde konuşuldu. Yıllardır rağbet göstermediğimiz TDK bize özel sayılarını uygun fiyata sununca sevinildi.Üstün bir performans gösterilerek satın alınabilen TDD Türkçe Sözlük salonumuzun başköşesinde yerini aldı.
Bu yıl en büyük kıyağı Kırmızı yayınları yaptı, beşer liradan sattığı doyumsuz kitapları eve taşımak sevincin yanısıra büyük sorun yarattı. İçerikleri bir yana ağırlıklarıyla ve kapladıkları yer anlamında yordu bünyeyi.
İzmir kitapları tam da umduğum gibi bir yıllık beklentiye umut saçtı. Tamamı edinilemedi ama, yedi tanesi imzalı olarak okuma bekleyen listeye eklendi.
Sevgili Eşber Abi'miz, İlhan'ların "sussesi" ve "kalbibahar"ını fuarın son üç gününe yetiştirdi. Kendisi de kapanıştan bir gün önce İzmir'e geldi. Telefonda uzun eslerle duyduğum sıkıntılı ve davudi sesi dostluğumuza dahil oldu. Bize ayarladığı imza günü Pencere yayınlarında kalabalık, yer darlığı, zoraki misafirlik gibi nedenlerle birkaç saat sürdü. Bizi ancak şiddetle arayan bulup kitap imzalatabildi
Ne diyeyim, yazıyı saklı tutarak içimde, kitabın okuruyla birebir buluşması oldukça acıklı.

26 Nisan 2011 Salı

sussesleri ovalara yayılır!

Çıkmaz diyordum, çıktı.
İnanmıyorum diyordum, geldi.
Yoksul, yoksun hayatıma öyle bir sessiz sedasız, az sevinçli, aşırı şaşırmalı katıldı.
Utana sıkıla imzalar, sanki ilk heyecan (ama, evet ilk şiir kitabı sonuçta)
Dostlarımın yüreklendirici kutlamaları, yolu açık olsun dilekleri.
Arada hala benimseyememe halleri, kapağı okşayıp "sonunda" diyememe halleri.
Bir kocaman yabancılaşma balonunun içinde yuvarlanmalar.
Sıkışmış trafikte, Gönül'ün arabasında Nermin'in dillendirdiği dizeler.
Nedense, sanki benim değil gibi, başkasınınmış gibi tuhaf haller.
Biralı şaraplı, çok sevindirici kutlamalar.
"İyi ki varlar" dostları. Gerçekten de, iyi ki varlar!
Yine de, herşeye rağmen tek eksik, Dilizi'nin Kordon'daki timsah yürüyüşünün ertelenmesi...

AZ

" Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için.Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi..."

İlk kitabı "Kinyas ve Kayra"yla aklımı çelen Hakan Günday, Az'da kendini aşmış. Korkuyu, düşgücünü, aklı fikri geçmiş, koşmaktan yorulmayıp durmayı unutmuş bir de.
Yeni dönem yazınımızda T. Robins tadında, Palanchuk'u (doğru mu yazdım şimdi bu çılgının adını) fersah ardında bırakmış. Yatırca'dan Londra'ya, masumiyetten pornoya salmış sözcük atlarını.
İyi yapmış yapmasına da, işten, uykudan, huzurdan feragat talebinde.

duman işaretleri

Kısa kesik duman işaretleri.
Derin derin aldığın soluğu, yavaş yavaş verirsin yüksek dağlarda. Nice tırmanmalardan sonra çıktığın açıklık. Kazandığın doruk. Azalmış sözün duruluğu. Kaynak suyu berraklığı.

Ben ne yapmam, ne söylemem gerektiğini yalnızca kağıt üstünde bilen biriyim, der hikayeci.
Söylediklerimi, gösterdiklerimi buna göre tartıp biçin. Sizden tek isteğim, hız yapmayın okurken. Göze az görünenler, hızda çabuk kaybedilirler.
Aramızda uzaklığa güvenerek biraz daha geri çekileyim, bir ondan bir bundan anlatayım.
Hatırınızda kalanlarla yaşayayım daha sonra.
Bir çakım, bir an; ama ateş ama duman.

Hızdan şikayetçi sevgili Murathan. Gel gör ki ard arda üç kitapla sarıverdi çevremizi. Kibrit Çöpleri, kısa hikayelerinde oluşuyor, yine dolu, yine ölesiye kıskandırıcı. Tüyap'daki söyleşisinde salon yıkılıyordu, gitmedim, dinlemem keçiyi bir daha, öyle arsız agresif bir haller falan. Yazdıklarına gelince orda dururup ki nasıl. Gerçi Kadından Kentler'deki düşkırıklığımı hala onarmış sayılmam. Yine de kısa kısa dillendirmelerle hayat bilgisi Kibrit Çöpleri.
Bitmesin diye ara ara, az az okunuyor.

Haaa, AZ deyince, neyse onu sonra anlatırım...

3 Nisan 2011 Pazar

kendimden NE haberler...

Bu blogda kendimle söyleşmeye (bir kaç dost dışında) başlayalı epey oldu. Yazdım, yazamadım, merak edildim bazen, yasaklara geldim, sonrasında damat torpiliyle yerli yerinde işte yazdıklarım.
Kış bitmek bilmedi, iş bitmek bilmedi, dert, tasa, sorun, hastalık, diz ağrısı bitmek bilmedi bu yıl.
Huzur adına sadece Tanpınar'a dönebildik yüzümüzü süreçte.
Okumalar, yazmalar, görüşmeler, üretmeler, ödemeler, sevmeler, sevilmeler, iyi olmalar yeterince, yine bir başka bahara kaldı.
Nazım'da başlayan atölye serüveni onbeş civarında kararlı-verimli-dost-meraklı yazar adayıyla sürüyor. Her dersten önce ders çalışan birine dönüştürdü beni ki, iyi yanımdır.
E şimdi bin yıllık düşümüz"sussesi" de yolda.
Kapağını kadim dostum Nail hazırladı.
Yüzünü görmediğim, ama sesini sevdiğim İstanbul'lu grafiker Sezin'le bıcır bıcır konuşuyoruz günde kaç kez.
Eşber Abi'miz ağır duruyor tane tane sözcüklerinin arkasında.
Muzaffer Kale, dostum Menekşenin Sayılı Günleriyle patlattı ağır topu.
Gözümü korkuttu doğrusu.
Sina'yla kelebek kovaladı gözlerimiz dünkü etkinlikte. Şiir kelebeği dedim içimden, Menekşeler için geldi.
Çocuklar üzgün, yorgun. Çocuklar iyi hissetmezse yanık olur anaların yüreği, bilirsiniz.
Gerisi iyilik sağlık demek isterdim, o da yok ortalıkta.
Şu yaşamak dediğin ölümün önünde eğlenmek desem, birileri kızacak biliyorum.
Ben nasıl bitireyim şimdi bu yazıyı?
Hayat tam da böyle bişey işte mi diyeyim, yine, bininci kez?

22 Mart 2011 Salı

rastgele!..

günlerdir ulaşılamıyordu bu bloga. epeydir yazmamanın rahatlığı üzüntüye dönüşüvermişti bir anda. onca yedeksiz, kopyasız yazının bir anda uçup gitmesi içimizi ezmişti.
üzülmüş, içten içe öfkelenmiştik.
bugünlerde çevremizi çepeçevre saran tüm haksızlıkların üstüne kaz tüyü dikmişti  "bu blog mahkeme kanalıyla yasaklanmıştır" yazısı.
bugün rastgele bir bakayım dedim.
adet olduğu üzre "kutsal takınak şövalyesi"yle başladım ki bir taşınma notuyla birlikte blog görüntülenebiliyor.
sonra kendiminkinebaktım, rastgele.
aaa açık, yazılar okunabiliyor, giriş yapılıp yazmak da mümkün oldu üstelik.
bunca derdin, bitmeyen gribal, tribal halin üstüne iyi geldi doğrusu.
içimiz sevindi.

28 Ocak 2011 Cuma

hoşgeldin bebek!

aileye üç yeni bebek katıldı geçtiğimiz yıl.
henüz ilk aylarını sürüyorlar bugünlerde.
sevilen, çok sevindiren, yüzüne bakılmaya doyulmayan güzellikler.
bu günden epeyce önce, böyle bir dünyaya çocuk getirmenin yalanlığı söylemi ilk dillenmeye başladığında ürkmüştüm biraz.
hani avrupa ülkelerindeki gibi, nüfus azalması olur, toplum iyice yaşlanır falan değildi derdim.
insanlar kendilerini nasıl olur da bu hayatı temize çeken güzelliklerden uzaklaştırırlar diye.
dünyanın hali kurulduğu zamandan beri böyleydi. yokluklar, kıtlıklar, savaşlar, zulümler her çağda , her coğrafyada süregelmişti diyordum.
sonuçta insan dediğin yaşadığı çağa tanıklık ediyor, öncesi tarih, öncesi kazananın kurgusu.
bebeklerin bağdat'da, hiroşima'da, vietnam'da, çernobil'de, maraş'da..... karşı karşıya kaldıklarından, en az üç adet ısmarlanıp yarınların eli silahlı, ağzı dini sözcüklerin arkasındaki vahşetten köpürmüş militanlara dönüştürülme hayalinden, bir ev ötemde bile nelere maruz kalabilecekleri korkumdan, böyle bir coğrafyada  açlıktan ölmüş bebek haberlerinden yorgunum.
kapitalizmin (tüm belasından öte) bebekler üzerindeki acımasız vandallığından,
artık çok korkuyorum!

ey özgürlük!

düşünce dediğin uçuşkan bir şeydir. bulaşıcı üstelik.
bu kavramı yedekçi olarak taşıyanları ortalıkta, açıkta bırakmaya gelmez.
hele iktidarlara karşı duruşunuz varsa; göz altında olmalı, dinlenmeli, komplo teorileriyle karşı karşıya bırakılmalısınız.
iktidar yanlıları, boyunlarında asılı milyonlarca yaftayla , elinde silah, cebinde bombayla ortalıkta dolaşırken hem de.
düşünce tehlikeli "bi şey"dir.
okuma yazma oranı istatistiklerde yükselirken, eskinin ortaokul muadili şimdinin ilköğretim mezunları artarken, ve bunların okuma yazma, sıradan güncel bilgileri bile bilme halleri azalırken bir yandan, düşünmek hele hele düşündüklerini aktarmak hatta yetinmeyip yazmak,
külliyen tehlikelidir bizim ülkemizde.
varsın üç beş kişi okusun, yine de terörist bir hamledir düşünmek.
aman ha! siz siz olun, okumayın, yazmayın!
hele düşünmek mi?
aman ha!

tıksırıncaya kadar içsinler, tek kalıncaya dek vursunlar!

Yer Alsancak, İzmirli Sanatçılar'ın "UCUBE" protestosu.
Sokak Gösterileri Tiyatrosu'nun gençleri. Biri son günlerdeki içki laf-ı güzaflarını, diğeri yenilerde soframızda önümüze koyulan silah edinme kolaylaştırma yasasını temsil ediyor. Öylece duruyorlar, bir tepki oluşana dek(gerçi bu tepki çokça kutuya atılan bozukluğa oluyor) sonra biri usulca şişeden kadehe dolduruyor, diğeri silahı arkadaşına doğrultuyor.
Birinin şişesi kadehi boş, diğerinin silahı sahte.
Ne biri içiyor, ne diğeri ateş ediyor.
Bende hayat durmuş hissini yaratıyorlar, keşke diyorum, hiç değilse bir an...

17 Ocak 2011 Pazartesi

Cinderfella

Sinemayı ihmal ettim son günlerde. Biraz da sakin ve bildiğim sularda yüzmekti istediğim. Eski filmlerin, eski tadından beslenmek. Belki anı tazelemek, belki sakinleştirmek içimi.
Komedinin keyfi çocukluğumda kalmış gibi gelir bana. Belki de çok ve güzel gülmeyi hayatımızdan çıkardığımızdan epeydir. Bunları konuşurken Umut'la, Jerry Leviss geliverdi aklıma. Ne çok güldürürdü bizi. Ama hatırlamadı oğlum, nedense filmlerinin tv lerde de hiç oynamadığını ya da benim rastlamadığımı anmsayıverdim.
Neyse sızlanmaya gerek yok, Umut sayesinde edindiğim filmi izledim akşam.
Cinderfella, Cirderella'dan yola çıkıyor. Bu kez kahramanımız Jerry'nin oynadığı fella karakteri. Cinderella'nın erkeği yani. Burada peri anne yerine peri baba var. Zaten peri baba ilk masalın da kahramanı olduğunu ama feminist kadın yazarlar yüzünden tarihteki yerinin unutturulduğunu iddia ediyor.
Bu masal yüzünden evli tüm erkeklerin acı çektiğini de. Diyor ki bir tane beyaz atlı prens vardı, o da Cinderella'yla evlendi. Ama diğer tüm kadınlar prensi beklemeyi sürdürdü. Bu yüzden çoğunun evde kaldığını, evlenenlerin de kocalarını prens olmamakla itham edip kendilerinin ah kimlere kimlere layık olduğu dırdırıyla herifleri canlarından bezdirdiğini...
Ancak bu kez masal tersine dönecektir. Bir prenses yakışıklı, zengin, zeki olmayan bir adamla evlenecektir ki tüm erkekler; bak  prenses böyle bir adamla evlendi, benim neyim eksik diye karılarından rövanşı alabilecektir.
Konu ilginç, ütopik, masalsı...
Zaten kadınların lafı da hazır- sen de onun gibisin işte, çirkin, fakir, aptal- mıdır?
Orasını da geçelim.
Çocukluğumdaki gibi gülemedim, sorun bu!