22 Eylül 2010 Çarşamba

sevişe sevişe azalmaz ki tendeki özgür ruh!..

Perşembeler.
Havagazı Fabrikası'nda havamızı yerine getiren çim konserleri.
Ezginin Günlüğü'nü izlemiştim İstanbul'a gitmeden. İzlemek ne kelime, birlikte vermiştik sanki konseri grupla birlikte.
Sonrasında da , hem de epeyce sonrasında Baba Zula konserindeyiz işte. Gençlerle birlikte üstelik.
İlk dinlediğimde, Karaburun'da, Küçük Prens diye bir şarkılarının bizim bildiğimizle bir ilgisi olmadığında, dansöz oynattıklarında üstelik, adı lazım değil bir arkadaşla itiraz edip arıza çıkarmıştık üstelik.
Zaman geçti, Baba Zula bir düştü, bir kalktı, önemli entellektüel ferformanslara imza attı, bitti derken dirildi -bize neyse- izlemeyi sürdürdüm onları.
İyi yapmışım, Tuncel Kurtiz'den, Brenna'ya hatta Semiha'ya dek birlikte işler çıkaran adamlar bunlar sonuçta.
Yıllarca favorim olan Tabutta Rövaşata'nın müziklerini yapanlar ki bu filmin müzikleri filmin önüne geçmiştir ara ara.
Her neyse, böyle işte, bir perşembe, havagazı'nın havalı atmosferi, çimen ve binlerce (kendini ) özgür (sanan veya sayan) ruh!
Dansedip geçiyor kendinden.
Ben de.
Bestelerdeki - çalıntı- hissiyatımdan da asla vazgeçmeden bir yandan...

15 Eylül 2010 Çarşamba

şiire kıymayın efendiler!

Karaburun.
1. Börklüce şiir günleri.
Konu başlığım "Şiirin Dirilişi".

Önce neden dirilen şiir dedim. Şiir öldü diyenlerden yola çıktım. Yaşayanın selasını vermek dedim.

İyi şiirin önünde duranlardan; şiirden sloganı anlayanlardan, magazinleştirenlerden, yanılmış yıkılmış şairlerden, hapis yatmışlığı şairliğe kabul kolaylığı olarak gören ya da kullananlardan, sidik yarıştıranlardan, şairliği karşı cinsle ilişki kurma kolaylığı olarak algılayanlardan, dergilere şiir yollayıp dergi okumayanlardan, manzumecilerden, yeniyi takip etmeyenlerden, pürist şiirin niteliğini bilmeyenlerden, işin kolayına kaçanlardan,türkçeyi kullanamayanlardan, yazım noktalama bile bilmeyenlerden, gencecik yaşta ve erkencik şiir geçmişiyle manifesto yayınlayanlardan, yıllıkları iktidar unsuru olarak kullananlardan, gündemin acil takipçilerinden söz ettim.

İyi şiiri anlatmaya çalıştım sonra.

Karşı çıkışlara karşı da hazırlanmıştım. Ağzını açan olmadı.

Zaten heyecanlıydım, bitsin de gideyim edasında.

Bari iyi bir şiirle veda etmeyi akıl etseydim, şık olurdu!

ölüm anında "ah keşke"li bir cümle kurmamak için bizim için "asıl" önemli olanın ne olduğunu "şimdiden" görmeliyiz.

Başlık'taki cümleyi Irvın Yalom'un Ölüm Korkusunu Yenmek adlı kitabının, kitap arkasından alıntıladım.
Emin olun kitapta bu cümle kadar özel bir anlatım ya da fikir yok.
Eskiden dalga geçerdik, "kitap arkası okurları" diye entellektüel görünmeye çalışan malumat istifçilerinden söz ederken.
Oysa bir zamandır kitap arkası yazarlarını merak etmeye başladım.
Nerden ulaşılır onlara, bir dernekleri bir kuruluşları var mıdır acep?
Günün birinde onlardan biri ardını yazdığı bir kitapla nobel falan alır mı?
Hani nobellilerin çoğu zaten okunmaz ya.
Bunların nobelden sonra akibetleri ne olur?
Fena meraktayım!

madem sular üstündeyiz!


Filistin'de ezilenler.

Gazze'ye yardım konvoyu.

Şehit dedikleri kayıplar.

Bir başbakanın "one minute"i.

Çalkalanan sular.

Merakla izlenen baskın haberleri.

AB nin "mutlaka" gerçekleştireceğini, sonunda söyleyebildiği soruşturma.

Önceye yazılan bir eylem daha.

Öncede kurulmuş bir söylem daha.

Ve öncede kalmış bir pankart.

Sular üstünde,

ulaşamadığı Gazze yerine,

bir önce teknesinin üstünü örtmede.


Hayat mı diyelim?

Sizce?

yazının başlığını sandala yazdım


Dünyadaki bütün büyük seslerden yoruldum.

Mırıl anlatın, anlarım diyorum, anlamıyorlar.

Bir çiviyi çakar gibi, bir savaşa başlar gibi, pistten havalanır, alana iner gibi, tüfek, kilise orgu, patlak lastik, devrilen içi cam dolu büfe gibi konuşuyorlar.

Ne denli yorgun olduğumu bilmiyor, görmüyorlar.

Dünyanın artık bağırarak atılan boş nutuklara değil, usul söylemli büyük düşüncelere ihtiyacı var.

Benim de!

Dünyanın çığırtkanlara, ikna edicilere, benim gibi ol, benim gibi düşün diyenlere, ben bilirimlere, küreye sığmayan yol haritası kılavuzlarına, erk tutkunlarına, ölmeyeceklermiş sananlara, iz bırakmak adına oyuk açanlara, kendinden kaçanlara,başkasına sığınanlara, onların ruhuna cenin gibi sığınıp devrim yapmaya kalkanlara tahammülü yok.

Benim de.

Mırıl anlatın, anlarım diyorum, anlamıyorlar.

Bu yüzden, tam da bu yüzden, bu yazının başlığını sandala yazdım!

DİKKAT; 15 Temmuz'dan bu yana ilk yazı

Ben iki aydır ne yaptım?
Ponpon, taş, kuş, yapma gül, davetiye, konuk takibi, boncuk, kurdela vs. arasında.
Düğün, dümbelek, kına havasında.
Arada aziz İstanbul'u da tavaf ettim ki darılıp gücenmesin.
Sarıyer'deki o güzelim gecikmiş kahvaltıda çektim bu kareyi. Görür görmez kalıcılığa havale ettim.
Ki kendime benzettiğim içindir merakım, kendime.
Batmış gibi görünüyor ancak batırılmıştır.
Kendi iyiliği içindir bilirim, balıkçı geleneği.
Bakımsızdır, eskidir de yanıp ufalanmasın diye iyice güneşten, batırılmıştır.
Suyun yüzeyiyle bir, arada havaya, çokça suya temastadır.
Sandalın iyiliği, balıkçının iyiliği adınadır batırılması.
İyi de bu sandalı neden kendime benzettim?