26 Temmuz 2011 Salı

ŞAİRİN ROMANI- şairin dönüşü- Ümma'nın rüyası

....."Şairlik, gücünü, kudretini, bölüyor Ümma'nın," diyorlardı. "Benliğini bölüyor. Hükmettiği alemleri birbirine karıştırıyor, birinin kapısından diğerine geçerken bazı güçler ardında kalıyor. Bu da zayıflatıyor onu. Ümma, şiir yazarak yanlış yapıyor. Hem unutmasın: Şiir, erkek işidir. Ümma, erkeklerin işini yapmaya kalkıyor, görünmez dengelere müdahale ediyor."

Ümma, bir kahin, bir bilici. Ama şiir onun doğayla, düzenle ortak bilinci ya, oradan çıkıyor tam da bu söylenenler. Hele şiir erkek işidir dendiğinde, aklıma onyıllar önce yaptığımız sohbetler geliveriyor. Neden ülkemde çok az kadın şair vardır, erkeklere göre azdır sayıları, ya da tanınırlıkları? Bu sorular sıkça benim ve bu sorundan söz ettiğim arkadaşlarımın zihninde uçuşurken Adnan Özer demişti ki, "Şiir erkek işidir." "Çünkü şiirin öznesi kadındır," diye sürdürmüştü sözcüklerini. "Erkek fetihcidir, talancıdır."
"Ama sanatın her alanında kadınlar var başarılı," dediğimde susturmuştu beni. "Her alanında da bakarsan çok değişmez hal de, konu şiir olunca demişti, en saf sözcük sanatı."
Sözcükler tam da böyle olmayabilir bu konuşmada, ama bakış açısı,fetih ve talan kısmı harbi.

Koca Anakara'da yarım kalmış serüvenlerle kaplıydı şiirin kadın yolları.

İşte az önce yazdıklarımın özeti. Oturup birgün uzun uzun bu sorunsalı dillendirmek istiyorum aslında. Hele dün "Pulbiber Mahallesi" nin kızını yitirince, o güzelim, gencecik, narin şairin zehir zemberek yeni dizelerinden de mahrum kalıverince, bir yanım eksilince, daha da çok istedim bunu yapmayı. Sen içi kum dolu bir yangın kovasının derdini anlatmıştın bana Didem Madak. "Annemle İlgili Şeyler" le, anneme, anneliğime döndürmüştün yüzümü. Ah gitmek için erkendi be güzelim.

Bazı zenginlerin gösterişli şölenlerinde otuz-kırk okuyucu kadının bir ağızdan okudukları şiirler dinleyenlerde ürpertici etkiler bırakır, havaya buhur gibi yayılan şiir sözcüklerinin sihri iklimleri değiştirirdi.

Günümüz şiir hallerine baktığımızda nasıl da efsanevi bir duygu yaratıyor üzerimde bu sözcükler. Zaten anlatılan da kurgu sonuçta, yine de dizelere dair beklentimin dillendiricisi oluveriyorlar.

Yerküre üzerindeki her şeyi, her canlıyı yerküreye atılmış varlıklar olarak niteliyordu. "Öyle ya da böyle, hepimiz şu yerküreye atılmış varlıklarız," diyordu. "Ölerek birbirimize dönüşüyoruz, hepsi bu."

Ümma'nın, şairliği öncellemiş bir kahinin, dedikleri de "Hah, böyle düşünüyordum da, böyle anlatamıyordum," dedirtti mi kendime? Evet.

"Ama sen hiç deniz görmedin ki!" dediler.
Bunu söyleyenler aklı toy kalmış kişilerdi. Rüyaları, gördüklerimiz sananlardı. Ümma gülümsedi onlara. Bilgece bir söz söyleyip onları susturmayı denemedi bile. Yalnızca gülümsedi.

"Rüyaları gördüklerimiz sananlar" vay! Bu cümlelerin kurulduğu günün gecesini yazsam, ellerimle yapa boza etten bir insan yapmaya çalıştığımı rüyamda, ama başı olmadığını, bunu yaparken kedilerin kıllarının bu et yığınına bulaşmasından kaçındığımı, hiç korkmayıp tiksinmediğimi, sanki sıradan bir malzemeyle kasıklarından boynuna  bir bedeni bir heykel gibi yapmaya uğraştığımı, rüyaların aslında görmediklerimiz olduğuna inanan biri mi olurum? Yorucu bir biçimde aslına yormaya çalışmayı sürdürür müyüm?

18 Temmuz 2011 Pazartesi

ŞAİRİN ROMANI- şairin dönüşü- koku

Ne tuhaf! İnsanoğlunun yaşamda en geç keşfettiği şey şimdiki zamandı.

Bazen çok bilindik , çok klişe gibi duran cümleler insanın içindeki incecik bir tele asılıveriyor şöyle bir çekip geriye bırakıvermiş gibi. İnce bir ses çıkıyor buradan tınnnn! Rüzgarı ardına almış bu telin ete vurunca çıkardığı keskin acı sonra, akıl algılayınca da, pek bi az süre sonra unutacağını bile bile geçmiş dönem pişmanlıklarının ah'ını çekiyor.

Doğaya ilişkin, kanıksadığımızı sandığımız en tanıdık imgeler bile her an yepyeni bir mucizeyle yenilenebilir; yepyeni bir görünüş, derinlik ve anlam kazanır; herşey birdenbire yerkürenin var olduğu ilk günkü kadar taze ve kullanılmamış oluverirdi. Doğa hiç bıkkınlık vermiyor, hiç usandırmıyor, her seferinde şaşırtmayı sürdürüyordu.

Bir parçası olduğumuzdan mı, kendimizi zaman zaman talihsizce bir düşünceyle ayrı kıldığımızdan mı, bu doğayla sık sık yaşadığımız yeniden kavuşma gibi haller.

"İyi şiir doğa gibidir," derdi ilk ustası, "en çok kullanılan kelimelerle bile şaşırtmayı başarır."

"Pıt, diyen sesi dutun" demişti Sina, geliverdi aklıma. En sıradan görünen sözcüklerle yazılabilir evet iyi şiir. Tıpkı doğanın kendi şiirini kendisiyle yazdığı gibi. Havayla, suyla, ışıkla. Aman tanrım ışık deyiverdim ya, günde kaç kez kullandığımız, neler barındırıyor o kocaman geniş karnında.

Benim de fesleğen gölgesiyle ilgili bir derdim var bugünlerde, yazsam, yazabilsem.

"Şairlerin ortalığa hakim olacakları saatler herkesin uykuda olduğu saatlerdir," derdi. "Geceyarısından sonradır ve sabahın ilk saatleridir. Herkesin uykuda olduğu saatleri kullanırlar şairler. Çünkü zaman hırsızıdırlar. Başkalarının zamanlarını çalarlar. Yeryüzünün saklı zamanlarını kullanırlar. Herkesin ortak kullandığı saatlerde zaman zayıflar, güçsüz düşer. Çünkü paylaştırılmış, bölüştürülmüş, diri tutulmuştur; ışığın ve gölgenin oyunlarından mahrum bırakılmıştır; herşey çok aydınlıktır. Nesnelerin ve hayatın görünüşü çiğdir. Nesneler de gizlenir, esinler de...Kelimelerin yalnızca bir anlamı vardır gündelikte. Oysa, yerkürenin uykulu olduğu saatlerde doğa da, nesneler de kendilerini daha çabuk ele verirler. Zamanın daha som, günün daha zayıf olduğu saatleri kullan yeryüzüyle söyleşmek için. Sözcüklerin ilk günkü anıları en iyi öyle anımsanır, öyle anlaşılır."

Bu yüzden midir geceleri sevmemiz evvel ezelden? Hayat sezgiyle kavranan mıdır aslında öğrenilenden çok? Işığın ham olandan suni olana evrildiğinde bile kentler daha kana karışıcı olur benim için. Hikayeler koyu kıvamlı başka bir ses edinirler ya hani kendilerine, benim de bir hikayem varsa eğer karışıverir ya o bütünlüğe. "Yeryüzünün saklı zamanları" deyimiyle Bendag'ın öğretmeni mi kodlayacaktı bize sevdiğimiz zamanları?

Onca yıl sonra yurduna dönen bu kocamış Bilge Şair'i, karaya, göğe ve denize gözlerini yeni açmış şu şaşkın Karakuşu yavrusunun (Gemi Karşılayan) karşılamasında kaderin sevimli ve gizli bir şakasını buldu Bendag.

Böyle bir kuş var mı gerçekten, şairin adlandırmadaki ustalığı mı diye düşündüm, utandım sonra, vazgeçtim araştırmaktan da. Zaten her nesneye bir ad veren bir başka şair değil mi, sözcükleri seven bir heveskar, sıradan dedikleri bir gönül. Hem bizi karşılayan bazen bir kuru yaprak değil mi, gülümseten, gözümüzden kaçan bazen, şair olsak da, olamasak da.

"Bazı mahcubiyetler, gecikmiş olduklarından, sahiplerini daha da mahcup ederler," diye geçiriyordu içinden. " Benimki de öyle. Adını Bilge Şair'e çıkaran bir büyük macerayı, kocamış bir şairin yeni bir başlangıcı mahvedebilir. Değer mi buna?"
Bilmiyor.

Bir şair dostum altmışbeş yaşının şiirini merak ediyordu. Berk yaşlandığında, elini eteğini çektiğinde bazı şeylerden, kendini bulduğunu iddia etti. Ben de çok bakarım bu meseleye. Sağlıklıysak, iyiyizdir güncelde. Belli bir yaşın şiiri nedense bilgelik ve ustalıkla birlikte soğukluk çağrıştırır, genç yılların algı kapıları değişmiş, sabır yoğunlaşmıştır. Öfkesi olmayanın şiirine de inanmam pek. Artık nesnelerin ikinci yüzü görülebilir, imgelerin en okkalısı seçilip dizelere konumlandırılabilir.
 Ama nerde acemiliğin getirdiği  "güzel kusur," ya heyecan ?

17 Temmuz 2011 Pazar

Çanakkale geçildi...



 Birkaç gündür süren düğün konseptli seyahatimiz dönüş yolunda artık. Gelibolu, keşan hoppala paşam, bunu da kim uydurduysa artık, bayıldığım Trakya topraklarını tüketip Çanakkale'ye varıyoruz sonunda. Doyumsuz boğaz manzarasından sonra keyifli bir yerleşim Çanakkale. Çarşılarına, binalarına, sık ve kocaman kitapçılarına bayılıyoruz. Yalı Han'da kahve molası veriyoruz. Tek düş kırıklığını çocukların aklına uyup gittiğimiz devasa kebapçıda yaşıyoruz, adını silmiş aklım, hatırlasam da hiçbiriniz gitmeseniz.
Fotoğraf 20.10.1933 Cumhuriyet Bayramı'nda çekilmiş. Han sahibi Ahmet Ağa(Ahmet Turhanlı) çalışanlarıyla.

Abe kaynana, naptın bize?

İpsala deyince bir duracaksın. Oralara bu güzel, sakin beldemizi gezip görmek için gidebilirsin. Benim tavsiyem, bir düğün için gitmektir.
Yöredeki tüm arabalar ardarda dizilip akşamüstü, Keşan kuaförlerinden saçları bir hayli kabartılmış, yüzleri bir hayli boyalanmış kadınlar gelir gelmez, yollara düşüyorlar. Üzerinden geçilmemiş cadde, sokak, önünde korna basılmamış tek ev kalmayasıya sürdürüyorlar düğün konvoyunu. Herkesler doyurulduktan sonra bahçede ver elini  belediye düğün salonu. Damat, gelin, kaynana, kayınpeder kapıda. Tüm İpsala teker teker öpülecek, bir kayınpederin eksikliğini Umut ve Faruk kapatıyorlar nöbetleşe. Herkes takısını takıyor girişte, allah ne verdiyse. Takı yoksa masa yok, limonata, pasta hatta oynamak da.
Tüm oyunlar ne çalarsa çalsın, ya elele ya da yanyana üstelik de bir yandan dönerek oynanıyor. Bu da zaten acemi olduğumuz bir alanda hayli zorluyor bünyemizi.
Düğünde içki yok görünürde, boyuna siyah poşetler akıyor arkalarda bir yerlere, hatta hatırlı masalara ve de bana, fanta içre votka servisi bile yapılıyor.
O gece ve önceki geceler yıkılmadıysa o salon, emin olun dokuzsekizlik ritmin özelliğinden diyorum. 

İpsala yollarında...

Düğün ekibi olarak çıktık yola, selam verdik ağaca, taşa, kuşa.
Her yerde durduk, çay, kahve su içtik. Hiçbir pınarı suya elimizi sokmadan geçmedik. Gözlemeler, yöre lezzetleri kurtulmadı elimizden.
Hap kadar bildiğimiz İpsala, öyle kendini korumuş, kendiyle barışık, ritmi içinde açtı kollarını bize.
Ara ara düğün evinin kalabalığından uzaklaşıp kaçamak yerlerini keşfettik hemen, komşu topraklara bakarak içtik biramızı.
Yeni dostlar edindik, her daim geçerli davetler aldık.
Hamiş: İpsala insanının yürek ritmi 9/8 dir biline. Biz bildik.

Dilizi bazen eğlenir...

Bu yıl en çok da eğlendik zaten. Çok paylaşım, az üretim, arada proje tasarımları. Geçip gitti koskoca sezon.
Geriye kalan dostluk, sevgi...