19 Eylül 2013 Perşembe

çoğu okundu ama

Tutku'nun anneler günü hediyesinin bir kısmı bu kitaplar. Karadeniz gezisi tefrikasının arasına girdi, çoğu okunup kaldırıldı ya da kaybedildi bile ama fotoğraf elime geçince üç beş satır yazmadan edemedim.

Heba beni heba etti, çıkacağı hafta okuma grubunun listesine aldıydık zaten. Farmakon, akıl, akıl sağlığı ve yitirilen akıllarla ilgili inanılmaz bir serüven. Malafa,  insanı yazdıklarından soğutacak zeka şöleni. Alper Canıgüz de öyle, Cehennem Çiçeği de tez zamanda okunmalı, beş yaşındaki dedektif Alper Kamu'ya doyamadım ne de olsa.

Eroğlu'nun bu kitabını Karaburun'da geçiyor diye öncelemiştim, her zamanki Eroğlu, düş kırıklığına uğratır mı hiç?

Şule Gürbüz'de bir duralım, onu bilenler iyi bilir zaten.

Ve Sine Ergün, Bazen Hayat, gencecik, ödüllü, zarif bir kalem, edebiyatımıza hoş gelmiş.

20 Ağustos 2013 Salı

oy fırtına deresu

Akşam kaldığımız yerde dev ateş, çay sürekli (başka bişey vardı da biz mi içmedik) hızlı Hemşin Halayı öğretisi, sohbet.
Uzun süredir şiir yazmıyordum, gidip çağıldayan suyla aktım biraz.
Bir derenin yanında yaşayıp, kulaklarım susesiyle dolu bu kez, sivriliklerimi bir iyice  törpüleyip yuvarlak bir taş olana kadar diye düşündü içim.

karşılayıcı


burda konaklanmaz mı

Hatta köprü çok sallanıyor diye geri dönmekten korkulup yerleşilir bile.

geçenken ıslanmayın diye

Çok köprüler gördüm, bu korumalısı. Hayır yağmurda buraya mı sığınılıyor, geçmeye hizmetse üstü hangi akla uyup örtülür, ama altından avize sarkanını fotoğraflayamadım diye hayıflandım sonradan.
Sanırım balıklara aydınlatma hizmeti.

Trabzon Atatürk Müzesi

Binayı 1890 da Kostantin Kabayanidis ailesi için yaptırmış. Atatürk gemiyle geçerken görmüş, çok sevmiş. Trabzon halkı da kendisine hediye etmiş.
Tabii bu olaydan önce tarifi kendinden mümkün nedenlerle bu Rum vatandaşımız çoktan yurdunu başka bir yurtla değiştirmiş.
Tüm manzaraya hakim bir konumu var. Atatürk vasiyetini burada yazmış. Gitme şansı olanlar üst kattaki özgün haritaya mutlaka bir göz atsınlar derim.
İçi bakımsız, banyoya alafranga tuvalet eklenmiş, akla zarar. Perdeler ve avize yere düşmek üzere. Çalışma odasındaki ilk Remington'lardan olduğunu düşündüğüm daktilo bıraksanız bir lokomotif gürültüsüyle olup biteni yazmaya başlayacak sanki.
İçeride fotoğraf almak yasak, sorduğumda nedenini içeride izdiham oluyor diye özetliyorlar. Peki diyorum, nette bu müzenin bir görüntülü sayfası var mı, yokmuş. 
Belleğinize aldığınızla yetineceksiniz bu durumda.
Ev o zaman için inanılmaz bulacağınız ayrıntılarla dolu. Yerden ısıtma, tavana yakın sıcak hava üfleyen delikler, işlemeli demir radyatörün ortasında açılan, yemek ısıtmaya yarayan bir dolap, yemek orasında.
Sonrasında Makbule Hanım'a intikal etmiş, ondan il özel idaresi almış, şimdi de müze.
Kostantin Bey'e ne olmuştur derseniz, ben de bilemedim.

16 Ağustos 2013 Cuma

ve huzurlarınızda Uzungöl



Bu fotoğrafları çekebildim diye övündüm kendimle elbet, ama güzel olan bize sunulan bu olağanüstülük.
Arapların gözdesi olmuş bir süredir. Ülkelerinin iklimi, siyaseten yaşadıkları malum. Şaşırmak gereksiz bu seçime de vadide yerleşim alanı pek kısıtlı, sonuçta ülkem dağı oyup bina yapmakta usta. İşin bu kısmı ürkütücü.

yaylalar yaylalar

Çaykara üzerinden, Uzundere'nin yanı başından yol alıyoruz, Uzungöl'e doğru. İlk hedefimiz arasında Lostra ve Karaster yaylaları var. 2200 m. lik bu yüksekliğe minibüslerle çıkıyoruz, yol facia. Dar, çok virajlı, dik.
Sürücümüz Doktor (minübüsünde doğum yaptırmış yıllar önce, adı bu yüzden doktor, arkadaşları, ha bunden olsa olsa ebe olir da, önemsatiyar genduni, diyorlar) yola bile bakmıyor neredeyse.Dönüp bize laf yetiştiriyor. Hikayeler anlatıyor. Devrimciymiş, başı çok derde girmiş falan.
Bizi de toptan geziye çıkmış GEZİCİLER sanıyor olmalı. Maskaralığın bini bir para, arabanın içi çığlığa kahkaha ekleyenlerle dolu.
 1600-2000 metreye kadar ağaç yoğunluğu var. Köknar, ladin, iğne yapraklılar. Yabancılar burayı görünce pek şaşırıyorlardır sanırım, her biri bir noel ağacı.
Daha yükseklere çıkınca bitki örtüsü çayır, çimen, çiçek.
Yöre halkı çelik damlı evler yapmış kar tutmasın diye. Dile kolay yılın en az 250 günü yağış alıyor buraları. Yazdan hayvanları için ot kesip kurutuyorlar.
Bu teller inekler düşmesin diye. İnatçıdır derler ya Karadenizliler için, onlar bu yamaçlarda ayakta durmak için bile inat etmek zorunda olduklarından sanırım.
Bu bahçelerde kertenkele bile baston kullanır diyor, yörenin yaşlıları.
Yayla evinde çay, süt ikramı. Süt içmeye cesaret edemedim, gerçeğini yıllardır görmemiş bünye şaşırmasın diye. Ama çayın tadı hala damağımda.

Sürmene

Eski adı Sormana, sor:büyük, ma: ana,na: onun yurdu demek. Yani büyük ananın yurdu. Anaerkil dönemden kalma bir isim.
Gele gele kabadayısı ve dövme çelik bıçağıyla ünlü bir yere dönüşmüş.
Fotoğraftaki bıçak grubu kan oluklu MEŞHUR bıçakları. Ölümü kolaylaştırmak ve garantilemek için.

öylesine bir çay macerası

Trabzon'un ortasında bir park ve bir çay bahçesi. 8 çaya 30 lira ödedik, pek şaşırdık. Turizmciler turistten nefret ederler, çünkü turistler tatildedir. Hakan Günday/ Malafa
Yapılacak bir şey yoktu netekim.

hayat sürprizlerle dolu

Sümela yolunda rock dinletisi, hep hayıflandım böyle bir yeteneğim olmadığı için, hem ruhunu dinlendir, hem kişisel tarihine yaz ben nerelerde konser verdim diye, hem tatilini bedavaya getir. Kıskandım desem yalan olmaz. Sesi de güzeldi üstelik.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Karadeniz Yollarında/ Sümela

Yıllardır istenip de çıkılamayan bir Karadeniz Yolculuğu Olcay'ın destek ve yüreklendirmesiyle hayata geçirildi sonunda. 4 Ağustos Pazar sabahı 1,5 saatlik sorunsuz bir uçak yolculuğundan sonra Trabzon hava alanındayız. Tur rehberimiz Soner ve asistanı Volkan karşılıyorlar bizi. Adana'dan, İstanbul ve Ankara'dan gelenlerle birlikte otobüse geçiyoruz. Böylelikle sekiz gün sürecek ucu açık maceramız başlamış oluyor.

İlk durağımız Maçka üzerinden Sümela
Manastırı. Vadide çok kalabalık, garsonları şaşkın, önce yemeklerin sonra hesabın bir türlü gelmek bilmediği, hele çay kahveye ulaşmanın imkansız olduğu dere üstü bir yerde alıyoruz öğle yemeğini. "Yemek almak" deyişi o andan itibaren düşmek bilmeyecek zaten rehberimizin dilinden. Mıhlama, turşu kavurması ilk etapta tadılıyor tarafımdan ve seviliyor da. Diğerleri ızgara et, tavuk, alabalık tercih etmişken. Sonrasında istikamet dağların zirvesini binlerce yıldır süsleyen Sümela.
Böyle bir teleferik var Sümela'nın tepesinde, ne zaman hangi amaçla kullanıldı belirsiz.
Görüyorsunuz, freskleri fotoğraflarken flaş yasak, her türlü tahrip serbest.
Sümele yolunun doğal koruyucuları, ağaçlar ve kökleri
Uzaklardan kadraja alınmaya çalışılmış hüzün manastırı Sümela

28 Mart 2013 Perşembe

Rüyalar ve Ejderhalar

Bu aralar okuma Grubumuzda Karanlığın Sol Eli'ni okuyoruz ya Ulu Ursula yıllar sonra yine düştü hayatımızın gündemine. Yok burada Ursula'dan ya da kitaplarından söz edecek değilim bugün. Rüyalardan bahsedecekken onun kitabının adını başlığa yazmaktan kaçınmadım yalnızca.

Bilenler bilir, rüyalarla başım her daim dertte olmuştur benim. Yıllar yıllar boyunca uyku imparatorluğunun sınırları içinde dönenirken, boşluğu sevemeyeşimden olacak, pek şahane rüyalarla halvete girerim. Öyle olur ki uyur uyanır görmeye devam ederim rüyalarımı. İmparatorluğun sınır taşları arasında da yani az ayılınca, işleyişini, devamını, sonunu değiştirir dururum. Yıllarca böyle süren ve her sabah bana üç film bir arada seanslarının yorgunluğunu sunan zamanlardan sonra bir kaç aydır rüyalarımın beni terk etmesini, kendilerini benden saklamalarını ise bir lanet olarak nitelediğimi fark ettim. İnsanhayvanı işte, durumdan hep bir rahatsızlık çıkarır kendine.

Çalıştım bu aralar, çok çalıştım rüyalarımın tadına yeniden varmak için. Zorladım belleğimi, neredesiniz dedim, yatmadan ve uyanınca.Şükür birkaç gündür sabahları değilse de ummadığım anlarda, birden ve parça parça açtılar kendilerini bana yine, yeniden.

Ben de gecenin içine atılan bu muhteşem parçalardan özrümü diledim. İhmal etmiştim çünkü. Korkmuştum onlardan.Yıllardır kağıtlarımın arasında uslu bütün metinler gibi iç çeken sayfalara bakmak istedim Hayatımızın orta yerinde bizi bekleyip duran bütün yarım işler gibi bekliyordu Yoran Rüyalar Kitabı'nın gariban sayfaları. Onları var edilenin yok edilmemesi gibi kendimce bir kurama sardım. Rüyalarıma gündüz rüyalarımı da eklemek istedim. Uykuda edinilmeyen, isteyerek yapılanlarla sarmal kılmak. Düşle, düşü zorlayan her türlü imkanla donatmak.

Yoran Rüyalar Kitabı, bir novella uzunluğunda olacak. Gece ve gündüz düşlerini, onların arasındaki aşkı ve nefreti anlatacak.Anlatıcısı ben olan şu ya da bu biçimde değdiğim  bütün ömürlere odaklayacak kendini. Okuruna minik ışıklarla göz kırpacak. Haydi, diyecek, beraber bir düş kuralım. Birlikte bir iş çıkaralım.Birbirimizin rüyalarına, bir kuyuya ince iplerle iner gibi, ejderhaları uyandırmadan dalalım. Onlara bize ait bir uykunun dokunulmazlığını anımsatalım. Sözünü ettiğimiz uykunun kaçmak, saklanmak, susmak olmadığını söyleyelim.Biz bir hayatı böyle böyle, birlikte ömür kılalım kendimize.

 Aylardır yazmadığım burada, kendime bütünlüklü bir iş çıkarmak konusunda söz veriyorum belki. Yarımlardan sıkılmış biri olarak yapıyorum bunu, yarım olana bayılan biri olarak üstelik

.İşte ilk satırlar:                                                                                                      

                                                                                      Biz sarhoş olduğumuzda,
                                                                                      üzüm daha yaratılmamıştı.
                                                                                                                  İbn-i Fadr       

   YORAN RÜYALAR KİTABI


   Sesinin kozasından sıyrılıyor Bob Marley, parmağını sallıyor tavandan. “Sen mi yargılayacaksın beni?”
  
   Sesi kozadan ağan ipliklerle sarıyor sehpayı, minik kadehleri, otu, boku. Seni, beni, Haşmetmeabı. Bunlar tetemin çocukken Fuar’dan aldığı pamuk şekerler mi? Neden beyaz? Annem mi, “Ah çocuğum annem” mi kloraklamış şekerleri?

   1.Rüya: Önceki gün görüldü. Koyu yeşil bir denizin üstünde kaza artığı bişeyler yüzüyordu. Gözlerimle – kapatıp- sıkı sıkı tarasam ortalığı şimdi, gördüklerimi, tek tek sayabilirim aslında. Korkuyorum ama bütünü kaçırmaktan. Ben o ardının deniz olduğunu aslında bilmediğim yeşil siyah sudan, ıslanmadan, kitaplar çıkardım. Kitaplar. İki tane. Kapakları eriyip yosun gibi akıyorlardı da içleri kuru. Biri bildiğimiz boyutlardaydı, alışılmış. Diğeri uzun kaldı elimde. Çok kalın, küçük, eski ama yeni de bir yandan. Satenimsi bir dokusu var kâğıdın. Kıyı sandığım yere –ki bir çöplük aslında- bırakıyorum ikisini de. Dönüp dönüp elime alıyorum küçük olanını. Tekrar bırakıyorum, aklım kalıyor. Burada beni beklesin mi? Yürümem gerek çünkü yolum uzun mu? Rüyada bile öyle mi?

     Devamıdır: Bir yerlerde kalıyoruz. Seyahat. Bir mekândan diğerine akıp duruyoruz. Yanımda çok insan var, benim kimsem değiller. Bir gizemli derenin yanından geçiyoruz. İçinde çeşit çeşit hayvan. Animasyondur diyorum kendi kendime, kendime. Ama bir kadının, dereden yürüyenin üstüne çullanıveriyor mavi dinozor balıkçıl. Ardıma bakıyorum yerde yatan kaplan dümdüz bana bakıyor uzaklaşmadan. Açım çok. Uzun bir yemek kuyruğuna girince dolduramıyorum bir türlü yemekleri tepsime. En öndeyim. Ama altta kuru fasulye ve pilav var. Onlardan da almak istiyorum. Kaşığım düşüyor. Herkes bağırıyor bana, isyan çıkıyor. Uzun kaldım burada. İlerliyorum, ama ne yapayım, çok açım ben.

   Yemek tepsimi bıraktığım yerden almışlar sonra, hak ettiğimden çokmuş. Üzgünüm. Rengârenk atölyelerden geçiyorum hevesle.

   Arkadaşım rüyalar renksizmiş aslında diyor. Az boyam olsa gösterebilirim oysa.

                                                           ***

   Çavuş’un evindeyiz. Kendine rüya ısmarlayanlar takımı. El değmemiş rüyaların bedelini ödemeye hazırız. Kendiliğinden gelenin kitabı çoktan yazılıp ciltlenmiş.Ortak bir depo kiralanmış, evren kadar boşluk. Gece boyunca ellerimizle, dudaklarımızla, geçip gitmek bilmeyen çocukluğumuzla, bizi kendinden kusan aşklarımızla, damarlarımıza yürüyen tuzlu sularla, içimizde pırpırlanmayı sürdüren kelebeklerle ördüğümüz, her sabah bıkmadan temize çektiğimiz yeni rüyaları ekliyoruz o devasa depoya. Doldu dolacak şimdilerde, içini bir türlü dolduramadığımız hayat kadar kocaman boşluk.

   Biz o rüyaları kalbimize bırakmak için vasiyetler yazıyoruz..

-         Hey sen, Haşmetmeab! Söndürme çift kağıtlıyı. Adapsız rodeocu! O korda mangal yapacağız daha.

    İnciraltı’na gideceğiz pikniğe. Enginar tarlalarının ortasına. Bıyıkpijamalı, eli ağır, köfte pişirecek. Küçük kızların bacakları görünmesin diye denizi görmeden geri döneceğiz.

   Yeşil Peri’nin rodeocusuna yolladığı absentin şekerini çalanlara yuh bu gece! O şişe bitince halının havlarına hasadı seneye mantar ekilecek daha. Yarın pötikare baskılı, aman leke tutmasın masa örtüsünde yazılacak sonumuz. Kloraklı pamuk şekerde boğuldu hepsi epi topu. Bari Usta’yı kurtarsak Yeşil Peri’nin gazabından, bağırıyor hala, sesinin asidinde eriyor esrikliğim.

   - Sen mi yargılayacaksın beni, sen mi, uzattığın parmağın temiz mi?

   2. Rüya: Bu geceden. Devasa mekân. Ünlü yazarın evi, evleniyormuş. Oradayım, neden? Şamdanlarla süslenmiş bir masada şekerlerini hazırlıyorum. Karşımda yaşlıca bir adam. Gösteriyor, en altta bir küçük kutuya lokum, üstte bir zarfa şeker, başka bir kutuya da çikolata koyup bağlamak gerekiyor. Yapamıyorum bir türlü. Bana malzeme uzatıyor. Renkli kurdeleler. Şakalar yapıyor öyle ince esprili. Ben bişeyim diyor, anlamıyorum. Ama fizikçi diyorum. Fizikçi. Sonra sevişir miyim bu adamla, yaşlı ama nasıl başka biri, ilginç olabilir. Sevişir miyim bu adamla?

   Bütün telgrafları ayırıp bir çekmeceye koydum. Resmi gibiydiler. Düğün için gelmiş. Misafirler şık, alımlı. Yazar da geri döndü nikâhtan. Koca sarayın içinde kötü sedirde en köşede oturuyor. Yeşil gömleği var, sıradan, ona yakıştırmıyorum nedense. Ellerimi uzatıyorum tebrik için. Kutlarım diyorum ama sizi öpemem ellerim soğan ve sarımsak kokuyor, gelinliğim annemin margarini. Bir başkasının düğününde gelinlik giyiyorum, size anlatmış mıydım? Sanırım düğünün şerefine karanlıkta yarışlar düzenlenmiş, üç sıkı dost katılıyoruz. İkisi de atlayıp yüzüyorlar yeşil yosunlarda. Ben hep kıyıdayım.

   Biri sularda ama hiç görmüyorum. Diğer sevdiğim, sabah bakıyorum, sulara atlamak üzerine bir yazı yazmış. Ben kıyıda boğulmadan az önce.

   Bir sigara yakıyorum, uyanınca, yoran rüyalar kitabı kaybolmuş.

Şarkıyı anımsamak isteyenler için, Bob Marley'den Judge Not, eskimiş gibi, mızıltılı melodiler ama sözlere ne demeli? Yeşil Peri Gecesine pek uygundu. 
Ha bu arada Yeşil Peri'yle Ayfer Tunç'a bir selam yollamış olalım.