Ruh dediğin şey - nane ruhu olmadıkça- kendini alıp savuran tabiata düşkün oluyor. Bir ufka uzun bakmayı, taklit edilemeyen renkte uzun kalmayı seviyor.
Kendinden çıkıp dokuya karışmayı, onun bir parçası olmayı, eriyip yok olmanın hazzını tatmayı önemsiyor.
Benim ruhum dediğim şey, her neyse, sık sık başını alıp uzaklara gitmeyi, benden bağımsız bir kaç saniyede hayata karış karış dolaşmayı beceriyor. Geceleri ağır abla rüyaları gördürüp canımı üzerken, sabahları gün ışığıyla birlikte dünyanın tüm ezasını cefasını bungunluğunu üstüme yığarken bir yandan, önüme koyduğu sorularla uğraşırken ben, o her daim her sınavda sınıfta kalıyor.
Ne zaman özgür bırakıyoruz birbirimizi, boşanıyoruz birbirimizden, vazgeçiyoruz soru-cevap ve çıkışsız yerlerden keyfi yerine geliveriyor.
İşte o zaman yoksul heybesini boynuna asmış, heybesinde su yerine tuz, heybesinde azık niyetine şiir, alıp başını yürüyor, mahzun kafesini ardında bırakıp.
Halden şikayet beceriksiz adem işidir deyip hem, sevinç kuşunu da omzuna alıp, fotoğrafın içine içine sürükleyip ayaklarını, beni terkediyor.