26 Şubat 2010 Cuma

NİYE MASK ve MASK YAPMANIN YARARLARI




Şimdi, mask nedir diye başlayalım;
insan oğlunun kendisinden memnun olmayıp bir başkasının suretini edinmesidir bu bir. Başkasının derken, kedi falan da olur hani, kesmedi melek ya da şeytan.
Tüm folklorların ritüellerinde var, aslı bir tür şaman geleneği.
Bizim yapmaya çalıştıklarımız Venedik usulü, asilzadeler o zaman tanınmadan fındık kırabilmek için kullanmışlar. Basmane semt merkezinde çalışırken bundan ne hocanın ne de kursiyerlerin haberdar olmadıklarını gördük, ayrıca halkım bilse binayı taşa tutarlar diye gülüştük Deniz'le.
Şimdiye dek katıldığım kursların içinde, öyle pek kurs meraklısı da sayılmam aslında, bir tek ingilizceye gitmiştim bir zamanlar, en donanımsızı. Bana sormamayı öğretti bu kurs. Sorsan ne olacak, bu nasıl olur, onu ileride öğreneceğiz, bu boya buna sürülür mü, o da olur, bu nasıl, o da olur böyle gidiyor.
Çok bilmiş kadınlar, çalınan alçılar, kaybolan alet edevat, bit kadar ne yüzü olduğu belirsiz nesneler öngören bi şaşkın hoca.
Ancaaaak, ona kalırsa müşterisi hazır. Tanesi en az elliden gidecek. Bu hesapla yirmi tane yapsam eve bir divan, bindörtyüz tane yaparsam ufak bir daire daha alabilirim. Hemen başlasam, günde bir tane yapsam yirmi gün sonra arka odaya taşınanın yerine bir divan, dört yıl sonra bir ev alabilirim, tamam saçmaladım.
Bir kere param olsa bile bu kadar maska yetecek malzeme de yok bu kentte, ayrıca dizlerimde malzeme arayacak derman da.
İyi yanı, uzun süre sigara içmiyorsun kendini kaptırınca. Vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorsun hiç, bu iyi bişey mi? Yazının başına oturduğundaki gibi kıvranmıyorsun her sözcükte. Boya kötü mü oldu, dök üstüne pulu, alçı mı delindi, yapıştır üstüne çiçeği, yürü git. Bitirdin mi, as duvara hava at. Daha ne olsun.
Hem son zamanlarda daha yararlı ne yaptınız allahaşkına?



24 Şubat 2010 Çarşamba

PARADAN TURAYI SİLMEK


Şimdi kışın bitip tükenmek bilmez bedbin günlerinde dolanırken biz, bırak buralara söz düşürmeyi iki ayak üstünde durmayı bile yarıya indirdik de gün içinde emekler olduk. Bu hal tüm dostlara sorulduğunda, benzer yanıtlar aldık üstelik.

Biz, banka, çor-çocuk, ders, kurs, kitap, film, ayak ağrısı, kalp sızısı yuvarlanıp giderken; dünyada belki birkaç metre uzağımızda kan, kin, irin, silah, savaş, işçi direnişi, açlık ve içimizi kuşatan büyük yalan sürdü gitti. Belki de bu dünya Hunxley'in dediği gibi tam da başka bir gezegenin cehennemidir. Aklım iyice buralara yatmaya başladı son günlerde.

Öykü günlerinden geçtik. Hızla ve kendi öykülerimizle.

İçimiz sevindi, dostlarla, söylemlerle, sohbetler, tanışmalarla.

Her yeni sesin önemini kavrarken yeniden, yalan seslere tıkayamadık kulaklarımızı. Artarken eksildik biraz da. Üzüldük hem.

Aslında ayrı bir yazıyla daha örgütlü anlatmak istiyorum o günleri.

Bir haber bu hafta tüm yılı kapsayacak üzüntüyü defetti başımızdan. Paradaki turayı sildi.

Bundan sonra dileğim; bir yüzü yazıydı, diğeri şiir olsun.

Artık herşey biraz daha iyi olsun.

11 Şubat 2010 Perşembe

BUNNY'İ ÖZLEDİM!...


İşte bütün haftanın delice koşuşturmasından sonra delice bir yalnızlık duygusuyla uyanınca, içim bir soba küreğiyle uzun uzun kazınmış gibi sızlıyorken sabah sabah, nedensiz, tüm rüyalar geceden gündüze sarkıyorken böyle, hiçbir rüyanın unutmaya değer bir yanı olmayınca, unutamayınca, durduramayınca bu elif elif yükselen iç acısını, susturamayınca yoksunluğun topuklarıma kadar akan ağırlığını, üstelik tüm bunların geçici çözümünü elbette kurabilecekken, ama istemiyorken, hüzün şeyhliğinde kendime yeni kazılmış bir mezar talep ediyorken, yanık saraylardan incir tarihine dolanıp dururken gözlerim, güzelim bir öyküyü etkiyeci ve unutulmaz bir sesle yorumlamaya çalışırken, sokaktayken iyice ajite zarlara dolanmış, dünyada bir iz bile olmadığının farkındayken nedensiz kocaman bir sorumluluk güllesini kucağında oradan oraya taşıyorken, sözcükler burnundan fışkırırken ama yazamıyorken, roman kahramanlarıyla kutsanmış bu dört duvarın içinde kendine uzunca süredir Bunny'i yoldaş bilmişken, onun duran ve bekleyen kadınlara güzellik kremleri satmaya çalışırken acınası bir yokoluşa yuvarlanışını içselleştirmişken, elimizdeki bize uzun gelen kısacık süreci daha ne kadar çileye sarmayı sürdüreceğimizi merak ederken, bu sabah, kalktım ve bu şaşkın cümleyi yazdım.

4 Şubat 2010 Perşembe

GREVDEYİM, GENELDE...


1 Şubat akşam saat 7 sularında adeta koşarcasına kurduğumuz İzmirli Sanatçılar grubu alışılmışın tersine hızlı adımlarla girdi eylem sahasına. Aynı gece kararlar alındı, basın bülteni ortaklaşa yazıldı, bir web adresi alındı ve bir blog oluşturuldu.

2Şubat imzaların artırılması ve duyurular adına mailler atıldı, faceden yararlanıldı.

3 Şubat 12.30 da Büyükşehir Belediyesi önündeki basın bülteni okunmasını sanatçı performansları izledi. Katılım ve medya ilgisi yoğun ve sevindiriciydi.

Daha sonra hep birlikte YKM önünde 51 gündür Tekel İşçilerine destek adına oturma eylemi yapan alınları siyah bantlı Halkevleri grubu ziyaret edildi. Birlikte dostluk çayı içildi. Sonrasında ellerinde megafon ve birkaç basit çalgıyla gençler, sevilen şarkıların gündeme uygulanmış biçimlerini seslendirdiler. Ör. İndim havuz başına/ Tayyip çıktı karşıma/ 4C nedir bilmezdim/ o da geldi başıma. Renkliydi, sevimliydi. Gelip geçen amcalar, teyzeler bile katıldı, el çırptı, yüreklendirdi. Sonrası orta yerde bir koca halay, döne döne büyüyen.

Bugün genel grev, bu yıl adet olduğu üzere yine hastayım, sabah beri haberleri izliyorum, Türkiye genel grevde sınıfta kalacak gibi günlerdir beklediğimizin tersine. Yine de en iyi durumda olan ilimiz- bizim ilimiz- İzmir. Otobüsler çalışmıyor. Vapur ve metro kafasına göre takılıyor. Gerçek sonuç akşama doğru belli olur. 10.30 da yürüyüş Basmane'den başladı, şu an sürüyor olmalı. Ben hastayım, ya herşeye rağmen çıkıp katılacağım, ya bin yıl vicdan yapacağım

2 Şubat 2010 Salı

BİRDİR BİR!


Eski bir çocuk oyunu. Nerden aklıma geldiyse. Bir oyuncunun önünde eğilmiş diğerinin üstünden atlaması esasına dayalı. Gerçi sırası gelince kendisinin de eğilmesi gerekeceği hesaba katıldığında oyunda bir eşitlik varmış gibi görünse de hikaye bence. Sonuçta bazı oyunları hep bazıları becerir, üstesinden gelir, adına başarı denen saçmalığı cebine koyar. Güçlüler. Kurnazlar. Mızıkçılar. Ben değeri tiryakileri...

Özel ilişkilerde geçerli, çaktırmadan ben, ben nidalarıyla sürer, birinin üstünden atlamanın dayanılmaz zevki.

İktidarlar halklarıyla oynar sık sık, sendikalar işçileriyle, öğretenler öğrencileriyle, anne babalar çocuklarıyla, çocuklar güçten düşmüş ebeveynleriyle.

Sıra eğilene kolay gelmez, eşitlik sağlansın da oyun, oyun olsun.

Zaten sıra geldiğinde eğilmiş olan, doğrulmayı unutmuş olur çoğu kez.

Darbeyi yapan, Marmaris'te denize kadar serilmiş kırmızı halının üstünden yürür denize girmek için ki nazik ayacıklarına taş falan batmasın. Kesmez, İzmir'i mekan edinir.

Sabık devlet büyükleri "maaşçıklarından biriktirdikleriyle" mutlu mesut, saygın denizlere yeni yelkenler açarlar.

Sarı sendikacılar, tekel işçilerinin yüzleri kadar sarı görünmezler nedense.

"Çok değerli eğitimciler" emekli maaşı kuyruklarına girdiklerinde, önlerinden geçer yılgın umutsuz eski öğrencileri başları yerde.

Eski dostlar kendilerine yeni oyun arkadaşları ararlar, yeni partnerin büyüsüne kapılıp, sıkılmış, ya da farkındalığın rahatsızlığından ürkmüş.

Sanatı kendinden menkuller, ismi duyulmamış her sanatçıyla oynamaya heveslidirler bu oyunu.

Şiir, öykü terkeder, iplerini yeterince güçlü tutamadığın için.

Kitaplar yorar, küçük hayatını üze sorgulaya.

Parmağının ucunda her ne varsa yeteneğini ölçer, sonucu kafana kakmak için.

En iyi bildiğin konularda saatlerce tartışıp aynı şeyleri aktarır durursunuz birbirinize, laf ola beri gele, birinin atlaması gerekir diğerinin üstünden ki uzlaşma ve uyum sağlansın.

Uzar bu yazı gereksiz, sonuçta ben, değişmeyen şey değişim diye zırvalayana da derim ki, BİRDİR BİR!