29 Aralık 2009 Salı

YEDİ ÇAY BİRİ AÇIK'A PARANTEZ

Sevgili Özlem'in önerisiyle Parantez okuma grubu bu ay Yedi Çay Biri Açık adlı henüz emeklemeye başlayan öykü kitabımızı konuştu. Pazartesi 17.30 da anahtar kriziyle başlayan toplantı, sonrasında çok yaratıcı ve verimli geçti. Ben, Nermin, Nihat, Gönül İlhan yazar olarak Nezih de grubun damadı olarak katıldık toplantıya. Sevgili Gönül bir hayli geç geldiğinden konuşulanların çoğunu kaçırdı. Umduğumun üztündeydi ilgi. Özlem her zamanki gibi notlar tutarak titiz bir çalışma yapmıştı. Saadet Hanım, bir solukta okuduğunu ama onu çarpan bir öykü olmadığını söyledi. Nilüfer hanım yıllar sonra öyküye tekrar bizimle döndüğünü ve çok şey kaçırdığını farkettiğini. Sibel, Adviye ve Ahmet daha genç arkadaşlar. Özdemir Bey, Özlem'in babası beni daha önceden tanıdığı ve önemsediği için olacak tüm bu çalışmanın benim şemsiyemin altında gerçekleştiği gibi bir kanıya varmış. Nihat her zamanki gibi akşamın yıldızıydı. Öyküleri sevilmiş, tek erkek olmanın zorluğunu ve şımarıklığını bir yandan çok güzel taşıdı. Gönül İlhan niye yazıyoruz sorusunun yanıtını 12 Eylül'den başlayarak anlattı. Derdim var o yüzden yazıyorum, Nermin'le ikisinin ortak yanıtıydı. Nermin öykülerindeki hüznü savundu. Canının acıdığını söyledi ve acıtmak istediğini. Bu seçim sanırım insanları sarsmasının bir yöntemi onun için. Ben yazarak yaşadığım büyük doyum noktasından sözettim, ama artık büyük bir yazar olma umudumun tükendiğini. Artık mümkünse "böyle de yaşanabiliri" kurgulamaya çalıştığımı. Bu çalışmayla ve üçer öyküyle kendi öykü serüvenimizi nasıl tam anlamıyla aktarabilirdik ki. Ayşen'in Altın'ın Sesi öyküsünde Bergama'da gittiği köyü o altın karşıtı çalışma günlerini anımsadığını söyledi bir katılımcı. Gönül Ocak geç gelmenin tedirginliği ve her zamanki zarafetiyle bir prenses gibi yanıtladı soruları. Hepimizin öykülerinden altı çizili satırlar vardı okurların ellerindeki kitaplarda. Bizler bir panel 4 imza günü yapmıştık ancak ilk kez eş dost dışında kitaplarımızı okuyan insanların yorum ve sorularıyla karşılaşıyorduk. Bu da hepimiz için önemliydi. Emin Bey, her zamanki şeytanın avukatı kimliğiyle sorularıyla sıkıştırmaya çalıştı bizleri. Hatta en ilginç ve uzun yorumu övüyor mu dövüyor mu bilemediğim bir biçimde benim öykülerime yaptı. Ama kitabı genelde benimsediği ve beğendiği yaptığı konuşmalardan anlaşılıyordu. Ve sonunda kitaplarımızı imzaladık, sevgi ve görüşelim dilekleriyle ayrıldık Parantez'den. Akşam damadımız Nezih'in ısmarladığı çaylar eşliğinde Dilizi sohbetiyle sonlandı.
Mırıl'a not: Özlem senin pencereden bakan yalnız kadınınla Nihat'ın yalnız adamını birleştirmeyi düşünmüş:))
hamiş: e hadi ama Dilizi, yeter sallandığımız, şimdi sözcüklerin zamanı...

KAYIP BULUNDU DERKEN YENİDEN KAYBOLDU


Cumartesi sabahı uyanan Yıldız Hanım kardeşi Güneş'e verdiği sözü tutmakta kararlıdır. Aceleyle toparlanmaya çalışırken Arzu Kız'ın telefonunu yanıtlar. Sonrasında bakar ki şarjı azalmış telefonununu bir kordonla prize bağlayarak cezalandırır. Sabahları milyon yıldır süren afyonlu haliyle giyinir ve Kemeraltı'nın yolunu tutar. Dolmuşta hatırlar ki telefon asıldığı yerde unutulmuştur. En azından çarşıdaki işini çabuk bitirip- çünkü bu süreçte asla ulaşılamayacaktır- ulaşılabileceği bir vahaya kapağı atmalıdır. Güneş'e gidince, nasılsa oradan aranabilir. Eh, gün uzun gece güzel geçer, pazar sabahı kahvaltı gazete, türk kahvesi ve fal derken yirmidört saatlik bir kayıp süresini doldurmuştur. Ki bu dilim polis tarafından aranılmaya bile yetmektedir.

Eve döndüğünde 22 cep,7 ev aramasıyla ve dost sitemleri hatta sitem sözcüğü hafif kalır kızgınlıkla yüzyüzedir. Hatta Deniz Cristmıs gecesini program atlamasının bedeli olarak küstüğümü düşünmüştür.

Daha aradan yirmidört saat geçmemiştir ki Parantez'de toplantı sırasında susmayan telefonun sesinin kısılması sonucu ikinci kayıp vakası yaşanır. Bu kez Güneş; Mümin'i, Aynur'u, hatta tkp Özlem'i bile aramış, kesmeyip Umut'u eve göndermiştir. Aranan herkesten fırçalar ve sitemler itinayla dinlenilmiş ve bu yazıya konu olmuştur.

Umarım ve dilerim Nazım Kültür Evi sorumlusu Özlem, hocalarının alzheimer olduğunu düşünmemiştir. Diğerlerini yatıştırmayı başarabilirim nasılsa.

23 Aralık 2009 Çarşamba

AĞAOĞLU'YLA ADALET GECESİ


Dün akşamüzeri Dilizi toplantısını Adalet Ağaoğlu'nun söyleşisinde değerlendirmeye karar verdik. 19.15 de kilisede noelle ilgili bir kokteyl ardından da müzik dinletisi vardı. Arkadaşlar özellikle Gönül, gitmek istiyordu. Bu yüzden kapıya yakın oturalım, ayrılması kolay olsun önerileri yapıldı. Gerçi ben sonuna dek izlemek taraftarıydım baştan da. Ama salondaki hiç kimse yerinden kalkamadı gittikçe uzayan söyleşide.

Ona seksenlerin başında yazdığım mektup, yanıtı. Benim yazdıklarını algılamam için on yıl yitirmem. Kaza geçirdiği gün Eren'le yaşadığımız öğleden sonra. Benim için ayrı bir önemi vardı zaten.

Adalet Hanım, tam seksen yaşında. Bu kadar olduğunu bilmiyordum doğrusu. Aydınlık yüzü, hayata duru ve net bakışıyla içimizi aydınlattı. Konu kitaplarda gezinti ve romanın coğrafyasıydı. Bizi Ölmeye Yatmak'taki Ankara'dan, bir yol romanı olan Fikrimin ince gülü'ne, Yazsonu'ndaki Antalya'ya, Romantik bir Viyana Yazı'nda Viyana'ya, Ruh Üşümesi'deki mekansızlığa taşıdı. Salondaki bazen yarı yaşındaki insanların saçma ve niyeti belli sorularıyla zarif ama kararlı başa çıkarken izledim onu. Elif Şafak ve Gül'ün yemeği soruldu elbet. Bizim itirazlarımıza rağmen açık ve net yanıtladı.

Ve sonra yemek. Mülkiyeliler Lokali'nde. Beyaz şarap içti, yorgunluğuna rağmen kimseyi kırmamaya çalıştı. Yemeğe katılmayıp ellerinde yeni aldıkları kitaplarla vapura yetişeceğiz telaşının arasına imza sıkıştırmaya çalışan - çok düşünceli bayanları- bile. Çatalını bırakıp kitapları imzaladı.

Gece sohbet imkanımız oldu. Uzun konuştuk. Bana birşey verdi, kimseye vermemem kaydıyla. İçim doldu.

Sevgili Adalet Hanım, o küçük kağıtla birlikte ardında ne bıraktığını biliyor muydu acaba? Dolu ve özenli geçirilmiş bir hayata duyduğum saygıyı, bu yaşta bile akılla, çalışmayla, dünyaya bakışıyla ördüğü güzelliği, benim tüm bu dağınıklık savrukluk ve pek sık mutsuzluğa yürüyen hallerimden duyuverdiğim utancı biliyor muydu?

Yaşamın en çok da verili olanın insanı yorduğu elbet gerçek. Ah ve of çekmekten vazgeçip çizdiğimiz yolda bir karınca gibi çalışkan olmak. Beynimizin nöronlarını hadi bakalım diyerek ayakta tutmak. Gaz vermeden, gaza gelmeden, kendimizde bir dünya, dünyada bir toz zerresi olduğumuzu unutmadan üreterek yaşamak.

Sevgili üstad, güzel gözlerinizden, sözlerinizden öpüyorum. İçime yeniden umut kattınız, böyle de olabiliri hatırlattınız.

Ne diyeyim başka, hayatınıza imrendim. Darısı bizim gibi gecikmişlere!..

22 Aralık 2009 Salı

SEVGİLİ YÜZSÜZ HAYAT


İçimdeki o bildik acıyı ne sanat, ne kitaplar ne de dost sohbetleri unutturuyor son günlerde. Acı, yoksul evindeki sofra bezi gibi serilince yere, tanrım, sofraya konulanlar artıveriyor ki akıllara ziyan. Aptalca ölümler, insanın insana zulmü, iktidarın kendini bile unutan hali, çaresizlik, doğaya ihanet, sonrasında intikamı, şaşkınlık bozuyor gündelik hayatın kendi yağıyla kavrulan derbederliğini.

Böyle zamanlarda kendimle olmak ve susmak istiyorum. Nerede ve kiminle olursam olayım içimdeki acı sessizce harmanını savuruyor.

Bir hayat düşünün ki çünkü ben artık düşünemiyorum, kişisel tarihinde onca acıya tanıklık etmiş olsun, ve hala çile bülbülüm, gülüm sümbülüm sürsün. Hem de sesini çığlığa yaklaştırmışken, içini bu kahredici sessiz tanıklığa yatırsın.

Zihnimin içinde durmadan dönen umarsız belgesellerin eşliğinde takılara taş yapıştırıyorum son günlerde, toplu iğne başından küçük, kalbimin tozunu bırakıp evin tozuyla uğraşıyorum. Pazara gidiyorum, torbalar dolusu ot alıp yıkıyorum, haşlıyorum, dolapta koyacak yer kalmayıncaya. Belki böyle dönüyorum doğaya, belki böyle diye diye.

Kıyamet öncesi günleri hatırlatan günlerde yoksul soframızda ot çöp, unutmak için hepsi, belki, uzaklaşmak için yaşamdan bir nebze.

Dün bir avuç sözcük ve kavram serptim kağıda hatta şiir olsun diye.

Olmadı , olamadı.

11 Aralık 2009 Cuma

HAYALET KOVMA DERSLERİ


Beş metrekarelik yaşam alanında yeterince oyalandığımın ayrımına varınca, saat de geceyi yarılamış kırıtık yürüyüşüyle, yatmaya karar veriyorum. Bilgisayarı, televizyonu, ketılı, yanan üç lambayı kapatıyorum. Sokak lambasının allahına kadar aydınlattığı salonda yanan üç lambanın anlamını sorguluyorum kitap, gözlük ve telefonları toparlarken.

Yatak odasına yürümenin her akşamki sıkıntısında ardımdaki hayaletlere dönüp sıkı bir bakış atıyorum, oturun oturduğunuz yerde gibisinden. Benimkiler tırsık, söz dinleyen cinsinden.

Köpüğün altına süzülüyorum.-bilmeyenler için köpük. benim yorganım oluyorlar kendileri- Topladığım dizlerimin üstüne kitabımı yerleştirip, okumaya başlıyorum. Biraz daha yayılıyorum yatağa, okuyorum, iki yastığı arkama koyup, sonra soluma dönüyorum, okuyorum, canımı sıkan saç tokasını çıkarıyorum, gözlük canımı yakıyor, biraz daha yayılıyorum, sağıma dönüyorum okuyorum, uyku deliğinden çıkana dek.

Kitabı kapatıp biryerlere koyuyorum, ışığı kapatıyorum, gözlerim kapalı yastıkları çekiştiriyorum uyuma pozisyonuna getirip derken başımı koyuyorum ki uyku alıp başını gidiyor. Üşüyen ayaklarım için ceketimi çekiyorum başucundan, eski , sevdiğim, siyah. Daha bir kolu ayağıma değdi değmedi ateş gibi oluyorum. Köpüğü çekiştiriyorum tekrar, uyuyor muyum, uyanık mıyım diye düşünüyorum. Düşünüyorsam uyanığımdır, rüyada da düşündüğüm zamanları anımsıyorum.

Bunny'nin bile kıvılcımlandıramadığı, gitgide bir teyze dinginliğine bürünen içime baksam, gecenin bitmeyeceğini düşünüyorum uyku eşliğinde.


Bunny'le konuşmalar(ya da adı her neyse)/y.ilhan

KENDİ HAYATININ YÖNETMENİ


Bir film çekme fikrinden yola çıkarsak, ki ülkede bir film çekmenin en de moda olduğu süreçteyiz, ve hem de zaten herkes kendi filminin yönetmeni değil mi diyorum. Bunny Munro, elindeki viski şişesinden büyük bir yudum akıtıyor boğazına, s.....r diyor, gözleri sabahtan beri zıkkımlanmaktan kızarmış. Aldırış etmiyorum, alışkınım böyle alakasız çıkışlarına Bunny'nin. Elimi uzatıp şişeyi alyorum elinden, bir fırt da ben çekiyorum, boğazımı yakıyor meret. İnce uzun beyaz sigaralarımdan bir tane kapıyor o da. Başparmağıyla işaret parmağı arasında uzun uzun sıvazlıyor, düşünceli gibi. Ona da hak veriyorum, karısının intiharının üzerinden kaç gün geçti ki. Turuncu geceliğiyle orda burda beliriveriyor kadın. Bunny artık kadından sözetmiyor bana ama ben görüyorum olanı biteni. Ruhu geri mi geliyor taciz için hani yoksa ikimizin sanrısı mı ortaklaştı?

Çakmağımı uzatıp sigarasını yakıyorum, sonra da kendiminkini. Epey kirlendiğini farkettiğim halının desenlerine bakıyoruz sessizce. Sınıfımda bir kız var diye mırıldanıyorum, senaryo yazmak istiyor. Yazsın o zaman, diyor Bunny. Ama nasıl yazılacağını bilmiyor, benim öğretmemi istiyor. Yok ya diyor Bunny, bilmiyorsa neden yazmak istiyor?

Yine uzun uzun susuyoruz. İkimiz de alışkın değiliz oysa susmaya.

Yok ya diyor Bunny, hem istiyor, hem bilmiyor, öğretinceye kadar otur kendin yaz. Hep böyle işte moron kafası hiçbişeye basmıyor.

Bir film senaryosu yazmaktan yola çıkarsak Bunny diyorum, parmaklarında dumanı tüten sigarayla kavradığı şişeyi boşver der gibi sallıyor, tekrar kafasına dikiyor.

Bir film çekmekten yola çıkarsak eğer, bu adamı ciddiye almamalıyım diye düşünürken ondan iyi karakter bulamayacağım kafama dank ediyor.


Bunny ile geçirilen günler(ya da adı her neyse)/ y. ilhan


7 Aralık 2009 Pazartesi

ŞEHLA GÜNLERLE DANS


Yazı atölyesi çalışmalarından kalmıştır aklımda ki hiç unutulmaz, okur imgesi. Yazan niçin yazardan sonraki ilk derttir kime yazdığın.

Yazar kime yazar, işte okur imgesi derdinin özeti. Bazen yaptığın eylemler planlar okur imgesini, yaygınlaşmak çok okur edinmek elindedir bir nebze. Çok yazarsın, iyi yazarsın, çok yayınlarsın, özel bir kesimi ya da geneli avcuna almaya çalışırsın. Dostlardan profesyonellere, oradan reklama kadar her yola başvurursun. Bazen de üç beş can yeter yazdıklarına merak duyan. Hatta bir kişi bile, tek bir can.

Bir ses sana nerede sözcüklerin dediğinde, artık yazmadan duramazsın. Bu kez ona gider söylemin, kafanda tek okur olarak yalnızca o vardır. Fena mı hem, al sana bütününü tanıdığın koskocaman bir okur imgesi.

Perşembe gecesi bir veda yemeğindeydim. Kalabalık masa, bol şaka, çok kahkaha, yeterince rakı. Şimdilerde eve bırakılmayı falan sevmiyorum, illa programın sonunda kendimi kentimin caddelerine vuracağım ve sonbaharın güzelim dokunuşuna. Öyle de yaptım, yürüdüm hem de kendime kadar.

Sonra, bir dost mekanının önünden geçerken gördüm dans partisini. Gerçi haberim vardı öncesinde, unutmuşum. On kadar çift içerde latin müziklerinin eşliğinde dans ediyorlar. Güzel dedim içime, severim. Dışarıda oturdum, sokakta. Bir bira söyledim ve baktım uzun uzun. Müziği zihnime kurguladım, döndüm onlarla. Adımlarım ritmini hiç yitirmeden, ellerim, kollarım ulaşacakları yeri kendiliğinden bulur gibi, uçar gibi, kayar gibi, yüzer gibi, zevkten ölür gibi dansettim. Ömürde kaçırılmış, iyi olunamamış herşey adına.

Sonra, barmen çocuk farketti, koşarak geldi, tanışıyoruz onunla, hoşgeldiniz, geldiğinizi farketmedim, burada üşür müsünüz, danseder misiniz?

Masada oturuyorum ya, nereden bilsin pistte bir fırtına olduğumu bu gece?

Sen ey muhteşem örgütlülük, yıllar geçtikçe bedeni ruhun ardında bırakmasan şu şehla dünyada!

1 Aralık 2009 Salı

YAZMALI MI, YAZMAMAAALI MI?

Bu sabah baktım -yine- tam bir haftadır yazmamışım bloga.
Kendime kızsam, hayata kızsam, zamana kızsam, olup bitene kızsam, olmayana bitmeyene kızsam, sonra dönüp yine kendime kızsam-mı?
Hadi canım ne gereği var, paşa paşa yaşayıp, öldürüyorsun günleri cici cici diyor içim.
Susmayı bir türlü öğrenemeyen içim.
Küçücük ve sıradan bir hayattan kendi öykünü kazıyorsun işte. Bu değil mi aslolan? Bir kil topağından hayat yapıyorsun o beğenmediğin içinle. Sonra alıyorsun o hayatı, parmaklarının ucunda göz hizasına kaldırıp bakıyorsun uzun uzun, beğenmiyorsun, tekrar yoğuruyorsun elindeki formu, al sana yine bir avuç içi çamur.
Bir kez olsun razı olsan yarattığın forma, oturup ayrıntıları kurgulasan, ince detaya geçsen sabırla, hah işte esas istediğin buyken, ama sabır yok sende desen ondan bol ne gördü hoyrat özün?
Ölmeden önce yapacağım sayısız şeyi listelesem, yeteneğimin yettiği ne bulurum bilmiyorum.
Bilmenin sıkıcı birşey olduğunu-artık- biliyorum.
Yalıçapkını gibi bir yüreği bedene eşitlemenin imkansızlığını mesela.
Sözcükleri misinaya dizip siyah elbisemle takınmayı.
Düşe hükümran, uykuya sahip olmayı.
Paris'te bir kavşakta düşüp dizimi morartamayacağımı.
vesairevesairevesairevesairevesairevesairevesairevesairevesaire

Oturup ölmeden önce yapamayacağım sayısız şeyin listesini yapmak daha kolay sanırım da bundan da umudum yok şu durup durup cayan gönlümle. Durup durup vazgeçen ömrümle.

24 Kasım 2009 Salı

EFES PİLSEN BLUES YENİLGİSİ

İşte bir Blues festivali daha. Yirmincisi. Biz herhalde en az onuna katılmışızdır:

Gidelim mi diyen arkadaşa aman davetiye denmiştir, o da yılmamış elde etmiştir beş adet davetiyeyi. Hilton'un önünde buluşulur. Bir önceki günün sıkıntısını görmezden gelircesine arkadaşımızın biri derhal ekmiştir geceyi, elimizde kalakalan davetiyeyi kime armağan edeceğimiz konusunda kısa bir tereddüt yaşasak da görüntüsünden pek parası olmadığını düşündüren bir genç bilet kuyruğunda sevindirilir.
Festivalde yeni olan eşlikçilerimize biranın, yemeğin, tuvaletin yeri ve salonun konumu aktarılır. İlk yaşlı zenci bir başına çalmaya başlamıştır bile, henüz yeterli alkolü bünyesine aktarmamış olan gençlik ayaklarının üstünde sallanmaktadır isteksizce. Bari bir bira dileğiyle büfeye yönelinir, her seferinde davetiyeye eklenen fişler yoktur, kapıda sorulmuştur, gereksizdir, o güvenle bardağa uzanılır pilsenci gencin uzattığı.
Ama öyle değildir, davetiye yalnızca bilettir, bira altı liradır, bedava neyin yoktur, üstelik kuyruğa girilip fiş alınacaktır, üstelik sonra yeniden kuyruğa girilip bira-belki- alınacaktır.
Çünkü o davetiyeler pazar gününün davetiyeleri değildir ve zaten gecelerden de cumadır.
Gecenin tadı baştan kaçmıştır.
Bin yıldır içtiğimiz binlerce şişe efesin kıymeti harbiyesi yoktur, efesin gözünde.
Sonuç şudur ki, İzmir'in en pahalı fıçı birası plastik bardakta tüketilir. 17 yaş ortalamasının özürlü hissi veren kalabalığından sıkılınır. Dans etmek istenir, biraz edilir de, ayaklar ağrır. Tek bir kişi görülmez özgün yada yaratıcı. Tek bir dans figürü yoktur göze takılan. Çiftler baygın birbirlerinin gözlerine bakmaktadır yarım bardak plastik bardaktan sarhoş. Zaten bluesde değil türkü barda da olsalar farketmeyecektir mekan kullanma biçimleri. Japona benzeyen güzel kızın önümüzden boyuna geçirdiği tepsideki patateslerden tırtıklanır birkaç kez sonunda kızcağız halimize mi acır, yoksa sempati mi duyar dilizi grubuna, bize de bir tabak patates armağan eder. Gönül her zamanki yufka yüreğiyle kızcağıza beş lira verebilmek için yanımızdan kaybolup mutfağın yolunu tutar.
Birden açılıp kapanan mutfak kapısında bir arkadaşın öpüştüğü akşamı hatırlarım.
Her konseri dansıyla açan ihtiyar delikanlıyı.
Serdar'ın TRT2 ekranlarına taşınan minik çapkınlığını.
Pistin kenarına Deniz'le oturduğumuzda yerlere yatıp -bizi ne sandılarsa- görüntüleme yarışına giren kameramanları.
Bayi eşlerinin bordo kadife elbiselerini.
Fillandiya'dan edindiğimiz sevgili adayını.
Ve hiç durmadan saatlerce dans edip bağırdığımızı.

Yıldız hanım sıkılır birden, aceleyle veda eder gruba, itirazları dinlemez, saat daha onbuçuktur. Biraya ödenen yeterince paraya rağmen kafası ve ruhu iyi değildir.
Vurur kendini İzmir'in serin gecesine, evine dek yürür, geçmişe saklanır.

17 Kasım 2009 Salı

YOKSUNLUK ŞÖVALYESİ!

Sigara, bira, rakı neyin yasak.
Sağlığımız bozuluyormuş!
Üretimimiz aksıyormuş!
Hayatta duruşumuz sakatlanıyormuş!
Ruhumuz yara alıyormuş!
Çok para harcıyormuşuz!
Nereye kadarmış?
Sigara, bira, rakı. Ve dahi benzerleri.
Neymiş, içmeyecekmişiz.

Sağdan say kaç gün, soldan say kaç saat?

Al sana sağlık, agrasyondan depresyondan çıkama. Üretim desen boş sayfalardan ibaret. Hayatta şu anki duruşum pijama terlik ve geri çevrilen dost davetleri, üstelik bir afra tafra. Ruhum zaten ne zamandır nane ruhuyla, tuz ruhu arasında gidip gelmede. Para desen varlığını yokluğunu hiç farkedemediğimiz tuhaf nesne. Nereye kadar sorusu pişman anların doğrulayıcısı.

Aklında dönüp dolaşan başarı öyküleri-bu konuda-, zihninde takla atan dost örnekleri- bu konuda-, üç gündür evdesin, eldeki avuçtaki belli, hepsi sıkıntı, hepsi yoksunluk, yıllar önce yarım akıllı amcaoğlunun söyledikleri geliyor aklına (ya, ben nasıl bırakamıyorlar sigarayı anlamıyorum, kilitleyeceksin bir odaya, bak nasıl bırakıyorlar gibi bişey),senin kapın da kilitli sana, sokak yok, güneş ve rüzgar yok, evdesin ve duman da yok öyle salaklaşmışsın bir yandan, daha ne yesem de diye düşünürken hayata kibarlığını da yitirmişsin. Deniz'in hikayelerini okuyorsun, orda Amsterdam, Paris, burda sen küçük hesaplarla küçük bir hayatı yeniden kırpıp küçültmeye çalışıyorsun. Fırlıyorsun sokağa, öyle pijama, terlik, hiç yapmazdın, bakkalda sigara diye haykırdın mı, içtiğin markayı dünya biliyormuş gibi, kekeleyerek alıp, koşup eve, tam o sırada telefon çalıp, Gönül ikinci kez arayıp sen paketin ucunu açmaya çalışırken, davetiye bulunmuş, cuma gecesi blues konserine gidecek-misiniz-siniz, bir zamanlar yazıp yönetip oynadığınız belgesel dönmeye başladı mı kişisel tarihinin hafızasında...

Bir nefes çekip, günler sonra, bu cümleleri kuruyorsun, kendine ve birkaç dosta, ama nasıl, bir başka dünyaya gitmek esriklik içinde, kayar gibi, uçar gibi, böylesi daha mı iyi ne?

Sağdan say kaç gün, soldan say kaç saat?
Nereye kadar HAYAT KOMUTAN?

10 Kasım 2009 Salı

DÜŞME KURSLARI-1


Benim bildiğim babanneler kestane pişirir dedim Aygün'e. Artık kentten iyice sıkılmış, ormanın içine pastadan ev yapmaya niyetlenirken. Ama yine de gittim okula, yeni bir öğretmenden yeni bir söylem dinlemeye. Allahtan bu seferki pek şeker çıktı. Tüm derdi görevini layıkıyla yerine getirmek, zarif ayrıldık, arada bahçede Umutsu da harçılığını kaptı. Çok özel veli toplantısı hadisesi böylece atlatıldı.

Hava güzeldi. Ölüsü kandilli İzmir şımbıl şımbıl yanıyordu kasım güneşinin altında. Uzun yürüdüm. Denize sıfır ne demekse, hepten denizin içinde bir masaya oturdum, ödev kitaplarından birini okumaya. 30 sayfa onda biri, 40 sayfa kaçta kaçı yapar, arkamda cep telefonuyla ülkemin neredeyse bir yıllık ihracat ve ithalatını halleden bir adam, yan masada ay valla nidalarıyla annelerinden dert yanan üç kız, masada birbirine eklenen iki bira ve eşlikçileri, incecik zarif sigaralar. Pazar günü seyrettiğim filmde kadın öyle bir sigara içiyordu ki şöyle sağ el havada, utandım zaten bunca yıllık sigara içiciliğimden, (coco nun sigaralarını ayrı tefrikada anlatacağım) Sonunda deniz ve ışıklar eh bizden bu kadar, daha fazla mutluluk sağlayamayız senin için dediler ve karanlığa doğru yürüdü şehir.

Şehir yürüyünce ben de yürüdüm elbet. Başım yukarda, omuzlarım dik, zihnimde binbir düş, aniden sağ bacak öne uzandı usul usul, yere yapıştı yüzseksen derece, sol dizim yere vurdu, çanta bile sallanmadı elimden iki elimi hafifçe yana kaldırdım kelebek kanadı gibi, aniden ayaktayım.

Bi garson koştu bişeyiniz varmı, yok bişeyebastım kaydım, baktım bir limon dilimi yarım, kenara ittim ayağımla, başkası da basmasın, -böyle durumlarda pek hevesliyizdir başkasını kollamaya,-biraz sol taraf kasıyor, aldırma yola devam. Nasıl gülmek bir yandan pozisyon aklıma geldikçe içten içe, kıkır kıkır.

Vay be, istesen yapamazsın, sanırsın bale eğitimi almışım geçmişte bir yerlerde de göstermek bugüne nasipmiş.

Bolşoy'da açık bir kadro var mıdır acep?

Hamiş: pantolon da, kilotlu çorap da sağlam. diz yaralı. penti reklamı da uyar valla.

3 Kasım 2009 Salı

MERAKLI BİR ÇOCUKLA SOHBETTEN



kim yapıyor soğuğu,

hani şimdi gibi?

derim ki:

bir yalnızlık

bir yalan.
ya yalanı kim yapıyor,

yalnızlığı?

yanıt:

ah kendinden,

kendiliğinden...

27 Ekim 2009 Salı

ÖYKÜNÜN "Ğ" HALİ


Hayatımız...

İçinde insana dair tümü taşıyan, içinde aslında yeniye yer bırakmayan bir yüzyılda, yeninin kocaman karınlı bir yalan gibi diretildiği üzgün hayatımız.

Kalabalık otosüs duraklarına, insan selinin öfkesi gizli enerjisine tutsak caddelere, avare gençlerle örtülmüş cafelere, büyük komplonun tıka basa doldurduğu TV ekranlarına mahkum hayatımız.

Vicdanın eskimiş bir kadın adı olarak algılandığı, vefanın bozacı sayıldığı, bir dostluk gösterisinin şaşkınlıkla karşılandığı zamanlara yayılan hayatımız.

Konuşma balonlarını, unutma balonlarına kaptıran çizgi roman, hayatımız.

Bekleyeni aşağılayan, yürüyüp gideni alkışlayan, yüzünü ağlama duvarına döndürmüş hayatımız.

Dünyayı kanla ateş kaplamışken, yüzüne çelik kapı taktıran hayatımız.

"Kime"sorusunu hiç düşünmeden "bana, bana" diye yanıtlayan egolarla çevrili hayatımız.

Kini, nefreti, acımasızlığı, bilgisizliği, ukalalığı, şımarıklığı, adamsendeciliği, bencilliği, düşüncesizliği, sorumsuzluğu, aptallığı, saygısızlığı, sevgisizliği, tapınmayı kutsayan hayatımız.

Bu hayatı "hayatımız" kılmak istemeyene, oturup öykünün "Ğ" halini yazmak düşer artık...

24 Ekim 2009 Cumartesi

YILDIZ HANIMI SEVME DERSİ


Cumaya kadar yalnızca düşünüldü, düşüncenin tüm kapıları sonuna dek zorlanarak. Bişey çıkmadı, hiçbişey.

Aslında düşüncenin dağınık kümülüsleri omuzlarımıza dek ağmışken bunun mümkünsüzlüğü algılanmalıydı, hatırlanmadı nedense.

Cuma akşamüzeri Deniz'le savrulunca serinledi ortalık. Netleşti pek çok şey, kağıda serpildi usul usul.

Salı akşamı Dilizi'nde buluşuldu. Gönlün "çok acı var" dan yola çıkışına tanıklıktan, cozmosun büyük acısına dek sözcükler, sözcüklerle yüründü.

Çarşamba büyük gündü, son hazırlıklar tamamlandı, silahlar kuşanıldı, deneyimli krallardan son tavsiyeler ve başarı dilekleri edinildi. Yetmedi, Helen ülkesinden gelmiş iki güzelin Girit, Atina, Samos, İzmir türküleriyle bastırılmaya çalışıldı sinsi karın ağrısı heyecanımızın.

Sonrası bir fırtınaydı şömineli odada kopan. Kadın erkek 18 neferi yazının, sözcükleriyle katıldılar büyük savaşa. Üstelik şimdiye dek eşi görülmemiş bir özgürlük hakimdi alana. Disiplin, dayanışma, korku hakgetire.

Kanatlarının omuzlarından usulca fışkırdığını gördük neferlerimizin, söyledik de tespitimizi. Günün sonunda bu kanatlardan kopan tüyler uçuşuyordu şömineli odadaki fırtınada.

E, daha ne olsun?

Yıldız Hanım karanlıkta tıpır tıpır küflü köşküne doğru yürürken bir sonraki fırtınayı düşününce geri geliveren karın ağrısının dışında?

17 Ekim 2009 Cumartesi

DÜŞLERİN DOĞUSU


Düş dediğimiz şey bir tatlı olsaydı, ne olurdu sizce?


Keşkül-ü Fukara değil elbet. Olsa olsa kocaman bir pasta olurdu, şöyle içinde binbir meyva, krokan, ceviz, badem, kreması, çikolatası bol. Keki ehven kabarmış.

İçine de sirkeyle karıştırdığınız tuzruhundan bolca bir sos ekleyin, alın size düşlerimizin pasta hali. Yılların acısı, korkusu, endişe duygusu, hasreti. Yalnızlığın kekremsi kokusu, yitirilenin geri gelmesi imkansızlığının bilinci. Yarına dair gitgide azalan beklentilerimiz ve çıplak gerçeğin önümüze halı gibi serilen ön bilgisi.


Bir hayvan gibi tanımlamak isteseydik düşlerimizi, ne çoğundan iz taşırdı. Bir panterin avını aniden yakalaması, aslanın vuruşu, yılanın sokuşu, çakalın ısırışı. Zihin denilen muammanın avcunun içindeki uykuya anlamsız eziyeti. Arada bir neyse tavuskuşunun pırıltısı.


Bana sorarsanız ama... aslında martıya benziyor düşlerimiz. Gökyüzünün süsü, görkemi. Yere doğru alçaldıkça ürkütücü. Sesiyle korkutucu, ağzındaki balıkla zalim. Boğaz'dan atılan oltaya takılınca komik. Çöpe razı olunca trajik.



Düşlerimiz, verili hayatın silgisi, gece sultanın işkencecisi. Yarının uyaranı, vicdan temizleyicisi.

Kendi yönetmenliğimizde çektiğimiz filmler dizisi.


"Hayrolsun" la başlayan anlamlandırma çabası, "Yoran Rüyalar Kitabı"na eklensin bundan böyle. Benim yolculuğum düşlerin doğusuna...

14 Ekim 2009 Çarşamba

AYRINTIDAKİ ŞEYTAN!..


Çocuklar sokakta yürüyorlardı. Yeditepe çok ama çok soğuktu. Ben de yürüdüm onlarla gece boyu. Hala sıcak sayılacak kentimde ayak bileklerim dondu. Ben onların öyküsünü yazarken, onlar, acımadan yarattığım kahramanlarım, benim de yüzüme baktılar birbirlerine baktıkları kadar.

Sanki "Neden" dediler, "Güzel bir masal anlatmayı unuttun mu sen? Bizi prens yapmayı beceremez misin? Şömineler yakamaz mısın bize? Üç dileğimizi gerçekleştirecek bir dev çıkaramaz mısın eskimiş lambandan?"

O masallar eskimişti. O eskimiş masallar mutlu mesut olmayan evlerin, mutlu mesut büyütülmesi planlanan çocuklarına anlatılıyordu artık. Ve dünyanın öteki çocukları kayıptılar. Kayıp ilanlarının, haber bültenlerinin, ciddiyetsiz medya programlarının arasına surettiler.

"Çocuklara kıymayın efendiler" dizesinin on yıllar sonrasında, utanıp kahrından yeniden ölürdü şair.

İşte ben de utanmayıp, usumda yarattığım iki çocuğu gezdiriyordum, bir gece yarısı, yeditepe'nin sokaklarında, fena fillah makamında bir soğukta, kaba gerçeklik, ince ayrıntıda, kendi şeytanımla birlikte.

Kan çıkmazında bitti hikaye...



13 Ekim 2009 Salı

CANI SIKILANLAR İÇİN HAYAT BİLGİSİ


Yorgun prensesin canı sıkılıyor epeydir.

Can sıkıntısı artık hastalık oldu onda, yoksa sıkılmaya herkes kadar bir prensesin de hakkı vardır, itiraz istemem.

Her ay yazması gereken sayıda yazıyı yine yazamamıştır.

Kurduğu söylem yeterince güçlü bir intiba bırakamaktadır insanları üstünde.

Yakınlarda çıkacağı gezide anlatacağı hikayeleri kurgulayamaktadır gereken şiddette.

Gün bir uykuyla diğerinin arasına sandviçin peyniri misali döşeyebildiği zar gibi ince söylemlerle uçuşup gitmektedir.

Tebasını oluşturan kurşun kalemler sanki bir isyanın ilk neferleri gibi sırra kadem basmışlardı. Küflü sarayın her bir köşesi arandı, tarandı, geriye kalan birkaç yaşlı ve işe yaramazın dışında hiçbiri bulunamadı.

İki kocaman öykü cildi de bulunamadı. Belli, saraya yaman hırsızlar dadanmıştı, prensesi can evinden vuran. Hırsızların sabıka kayıtlarını bulabilmek için hafıza ustaya başvuruldu ki, hepten yararsız. Hafıza ustanın kendine yararı yok son günlerde.

Eh, dedi prenses içinden, bunca ihmal edersen sevdiklerini olacağı bu. Diğer prenseslerin aksine, bizimkisi halen bir susmaz vicdanı taşımaktadır. İyi bişey mi bu, bilmem, orasına siz karar verin.

Prenses küçük ülkesinin sınırları içinde, kendinden bekledikleri ve kendinden beklenenler arasında-bu ikisi de aynı şey belki, kim bilebilir- tıkanmıştır.

Tıkanıklığının tüm ülkeyi etkilediğini sanmakta, sanmakla da büyük bir yenilgiye adım atmaktadır aynı zamanda. Bir yandan da bilir ki, kocaman geniş karınlı bir yanılgıdır bu hayatın önünde. Bilir de seçenekleri gözardı eder. Bilir de bilmezden gelir. Bilir de elinden bişey gemez. Bilir de...

Aslında ve belki, ve sanki kesin; yorgun prenses hiçbir şey bilmemektedir olup biten hakkında...

GERÇEKLİKTE, GEMİLER TERKETMEKTEDİR FARELERİ...E.Ayhan


Hiçbir şey hayatımızı değiştiremez, hayatı iptal eden kuvvetlerin içimize aşama aşama sızması dışında hiçbir şey.


E.M.Ciroan(Çürümenin Kitabından)

7 Ekim 2009 Çarşamba

6 Ekim 2009 Salı

BANA NEEEE... BANA NEEEE

Frankon, farfisfon, flenigın, dalaylama ve kombi zortik.

Yazdıklarımın yanında bunlar bile anlamlı gelmeye başladı. Anlamını dolduramadığımın dünyasında.

Bir daha bir işi tamamlamadan dillidüdük edenin, projelerinden yana yakıla konuşanın, kendinden büyük işe soyunanın, ben hallederim diyenin, korkma az kaldı diye sayıklayanın buzdolabındaki donmuş iki tavuk budunu Tibet'e kadar kovalasınlar.

5 Ekim 2009 Pazartesi

OYNAR MISIN BENİMLE...BENİMLE OYNAR MISIN?

Yıllar önceydi, bir oyun tasarladık.

Meğer kurguladığımz şey,
kendimizle bir oyun oynamakmış, oyun yazacağım derken.

Zaman sunulmuştur, zihin, birikim, altyapı, düş gücü ne varsa işte yoksul heybemizde,
hepsi sunulmuştur bu oyunun emrine.

Geriye ne kalmış ki diyene, karar verilmiştir, kızılacaktır.

Gündüz kahve, gece bira, gece ve gündüz için sigara stoğu yapılmıştır. Çıkılmamaktadır sokağa üstelik,
İKİ GÜNDÜR...

E iyi işte aferim diyene, karar verilmiştir, daha da çok kızılacaktır.

Mizahımız yitirilmiş, zekamız unutulmuş, sözcüklerimiz sloganlaşmasın ürpertisinde kuzulaşmış, tümcelerimiz bi sigara kadar bile keskin çekilememektedir paketinden.

Tıkanmaya razıyızdır, ona bile, karnımızın sancısı bizi terketmemekte, yazının başından kalkılamamaktadır.

Güzelim sonbahar ekiminin çağrısına daha ne kadar yüz çevrileceği bilinememekte, dün kaçırılmış pazarın domatesleri pişmanlığa dönüşmekte, adabı kaçmış uykuların defteri dürülememektedir.

Oyun ha?

KENDİNLE OYNAR MISIN?

1 Ekim 2009 Perşembe

ÇARŞAMBAYI SEL ALDI


Çarşamba için öngörülen hiçbir şey yapılamadı çünkü.


Ne sokaklarda yürünebildi uzun, ne güneşin tadı çıkarıldı. İçimizin köpüğü içimizde kalmasa da fazla, kapalı mecralarda oyunlara aktarıldı. Cama bakıldı su yerine. Dostlar özlendi. Kahveler soğudu, bir şiir olsun akmadı çekmeceye üstelik.


Olsun, denildi. Yarın başka bir gün nasılsa. Yarın bugün olunca ertelemeli işlerin falına bakıldı, öngörü teması bugünün güneşine nasip oldu kısacası. "İyiyiz işte daha ne olsun" mesajları verildi bir kaç ah çeken dosta, kendimiz de iyi oluruz böylelikle diye diye...


Yakın'dan Barthes alınacaktı, "Yazının Sıfır Derecesi", unutuldu, tüh oldu...


Yazının başka bir derecesinde, ne olacağı belirsiz sayıklamalara başlandı.

30 Eylül 2009 Çarşamba

ÇARŞAMBADIR İYİDİR

Bütün dostlara kahvaltı hazırlamak geliyor içimden. Sabah uyanıp başucu şarkılarının eşliğinde. Bütün sevgililere alo demek geliyor içimden.

Demlikler dolusu çay hazırlamak, onlarca bardağı sunmak zarif.

Sözcüklerle dansa başlamadan bir arkadaşıma gidip kahve içmek, akşam onun için uçuşturduklarımı eline tutuşturmak istiyorum. Ortak anılardan konuşmak uzun uzun ve iç geçirmek istiyorum. Bu güzelim sonbahar gününde yollarda yürümek, yolun kendinden başka kimseye sunmadığı kendi adabını yazmak istiyorum denizin köpüğüne. İçimin köpüğünü sanki alabilirmiş gibi.

Sayfalar dolusu okumak istiyorum. Yattığım yerden, tüm kayıp kitaplar da dahil. Kendi yazmadıklarım da. Dünyanın bundan sonra kuracağı tümceler dahil. Hepsini ama hepsini serin sular gibi zihnimden akıtmak.

Armadillo Bayramına yeni tanışılan bir güzel adamın beden dilini yerleştirmek istiyorum.

Bir şiir yazmak istiyorum bugün, varsın çoktan dolmuş çekmeceye sığışmaya çalışsın.

İmkansızın elinden tutmak istiyorum bugün.

28 Eylül 2009 Pazartesi

YILDIZ HANIMIN DIŞ DÜNYASI


Bir de baktı ki Yıldız Hanım tastamam 13 gündür yazmamış bloglarına, hem de başka bir yere, neredeyse.
Nedeni şudur ki, iç odasında fazla oyalandığını falan da düşünmeden dış dünyada savrulup durmaktadır.
Önce Dikili Çandarlı dolaylarında dolaşmıştır ki dostluklar sıcak, havalar güneşli, sahiller muhteşem, kefaller eliyle tutacakmışçasına suyun üstüne atlamaktadır.
Ardından arifedir, kardeşine kıyamaz, eski tükkana çalışmaya gidilir ki artık iyice çekilmez ve yorucu bir hamledir.
Bayram her zamanki telaşından daha yüklü gelmiştir, malum merasimlere kına gecesi eklenmiştir. Üstelik bir müzik sistemi akıl edilmediğinden türküler bizdendir.
İkinci günü bayramın Tutku hanım avdet eder İzmir'e. Özlenmiştir. Hasret yemek eşliğinde giderilir çocuklarla, yetinilmez bira içilmeye çıkılır.
Üçüncü gün dananın kuyruğunun koptuğu andır, gece düğün vardır kuaförde zaman öldürülür. İbrahim&İbrahim adlı ustanın elinden darmadağın çıkılıp, siyah şifonlara bürünülür.
İyidir düğün, eğlenilir, oynanır, şarkı söylenir. Umut'un kız arkadaşı sarhoş olduğundan, derdest edilip hayatına postalanır.
Güzel olunur, çok iltifat alınır. Kızımızla gurur duyulur.
Damada İzmir midyesi, boyozu, börülcesi,gevreği, inciri derken bir koca bir çanta hazırlanır.
Cuma günü Tutku uğurlanır. Cumartesi tükkana tekrar gidilir, ne yapalım çocuklar balayındalardır.
Akşam Aynur ve Mesut'la bira içilir, bırakmazlar yatıya gidilir kesmez Güzelbahçe'de kahvaltı, Çeşmealtı'nda kahve molası verilir. Kipa'da alışveriş, pazarda dolaşma, Gülümser'le çay keyfi.
İki gündür süren tuhaf tel. trafiğinin nedeni Antalya'dan Leyla'nın bol gözyaşlı aramasıyla çözülür. Meğer bir hafta önce kendisini asıp öldürmüştür Yıldız Hanım, o yüzden eski dostlar yastadır. Gülünür önce, sonrası ince bir hüzün. Gidilir yeni bir arkadaşla Muzaffer İzgi sokakta, bir gölgeli pazar öğle sonrasında biralanır, çok ama çok konuşulur.
Ama artık hüznün de iç dünyasının da kendisini esir almasına izin vermemektedir Yıldız Hanım. Oturur bütün gece bilmem kaç kilo barbunya, yeşil fasulye ve börülce ayıklar, dondurucuya ekler kış günleri için.
Oyun hala bitmemiştir.
Yaratıcı yazarlık derslerine 21 ekimde başlayacaktır. Hazırlık gerekir.
Ev yine ihmal edilmiştir. Formüla pilotları kadar disiplin ve hıza ihtiyacı vardır.
Bugün kendisinindir. Ama yarın;
Güneş'te gelin mevlütü...
İlahi Yıldız Hanım, iç odandan da karışık şu dış dünyan...

15 Eylül 2009 Salı

YILDIZ HANIM'IN İÇ ODASI

Yıldız Hanım eylülün bu sallanan sabahında erken kalktı. Aslında ortamın serinliği uzun ve yorucu düşler sunuyordu hala. Aldırmadı.

Yıldız Hanım'ı kandırmak zordur bazen.

Herşey, hergün bilindik sırasında yürümektedir son zamanlarda. Yüze su, bardağa çay, küllüğe sigara. Ah, oysa hiç sevmez monotonluğu!

İptal olmasa da iki kez ertelenen bir randevu içini rahatlatmıştır birden ki dahli olmamasıdır içini sevindiren bir yandan. Bu koskoca gün, koskocaman karnıyla, saatleri ve imkanlarıyla kendisine kalmıştır, bir süre sonra kendine kızmasına da neden olabilir ayrıca.

Yıldız Hanım eline toz bezini alır, iç odanın tozlarını almaktır dileği. Nereden başlayacağını bilemez her zamanki gibi. Zaten son günlerde unutkanlık yumakları yuvarlanıp gitmiştir oraya, buraya.

Üzüntülerin tozları alınıp arşivlenecek, evhamlar susturulup ciltlenecektir. Vicdan azapları gözden geçirilip, ne kadarının kurtarılabileceğine bakılacaktır. Pişmanlık lekeleri en yeni çıkan en güçlü ürünlerle temizlenecektir. Korku, saklandığı yerden bulunup yatıştırılacak özenle tekrar saklanacaktır.

Cevaplar kitabının sayfalarını dilek dilemeden, hatta soru sormadan araladığını fark eder ki, bu kötüdür işte. Dün sabahtan beri cebinde hışırdayıp duran şiir, iyice buruşturmuştur sözcüklerini. Toz bezi küçük, çeşme uzak, su kesiktir üstelik.

Bu sallanan sabahta, iç odanın iç kapısından içeriye girmekle, dışarıya kaçmanın kararsızlığında, orada öyle durmanın, durup da bakmanın rahatlığında iç geçirmektedir artık.

Çayı soğumuş, külü dökülmüştür sigarasının.

Allah iyiliğini versin Yıldız Hanım, seninle mi uğraşacağız sabah sabah?

14 Eylül 2009 Pazartesi

BİRGÜN BELKİ HAYATTAN!

Geçmişteki günlerden, bir teselli aramadan.

Yeniye, yepyeni bir selam gibi umut oluveririz, bizzat kendimiz.

Okunan her sıkı cümle, kıskançlık çamuruna karışmaz da içimizde, kendi sözcüklerimizin de önemini duyurur bize.

Dostların sıcak gülüşlerinin güneşsi yakıcılığını yeniden kavrarız.

Hep aynı şeylerden yakınmanın dudak kenarı tebessümü yeniden yapışır yakamıza.

Bize yetmeyenin, kimden arttığını düşünürüz.

Bizden artanın, kimin işine yarayacağını bir yandan.

"Bir günlük yerim kaldı ister misiniz" diye seslenenin sayfalarını karıştırırsınız.

"İlk özgürlerin" örgütlülüğüne gülersiniz ister istemez.

Kahve yine soğur kocaman tasında, kül uzar, yine gülersiniz anlamsızca ama bilerek önemini keyif sularında yüzmenin.

Bu sabah kendi şiirimizin ustası olursunuz zaman ustanın önünde.

Ah debbah;
belki de yalnızca çürümekti
derinin dileği.

10 Eylül 2009 Perşembe

DUMAN KARDEŞİM OLUR

Eski bir köy varmış, uzaklarda değil, tam da burnumuzun ucunda.

Yasaklarla başı her daim dertteymiş bu köyün insanlarının. Yasaları çiğnenmek için, geleneği göreneği çıkar adına kullanılırmış. Hak için kurban, küp için kavurma adetten; vur sırtına al ekmeğini sıradanmış. Kendine göre davranmak mahalle baskısına, aşk devletin icazetine, özgürlük arada bir uygulanması akla geliveren netameli yasalara ya da kolluk kuvvetlerine bağlıymış.

Herkesin elinde bir nalıncı keseri, her ama her konuda kendine kendine yontarmış hali ahvali. Üstelik de çalınan her minareye allı pullu kılıflar önceden hazırmış.

Sonra birden halkın sağlığı herşeyden önce gelir olmuş muhtar ve ihtiyarlar heyetinin gözünde. Milletin cebindeki tütünden, bardağındaki badeden kestikleri haraç yetmiyormuş gibi bir de yasak koymuşlar ki breh breh. Yetmemiş, salonlarında oynayan birbirinden aydınlatıcı oyunların sahnelerindeki bardaklara ve havaya savrulan dumanlara buğulu sansürler eklemişler. Akşamüzeri gittiğimiz dost mekanlarının insanları başları avuçlarının arasında kara kara düşünür olmuşlar. Ama köyün insanları yalnızca nefes alma özgürlüklerine şükredip, geriden geleceği yine ve her zamanki gibi dert etmemişler.

.....

Ben de böyle bir köyün sakiniyim, köyümün adı 10. köy.

Bugünlerde tiryakiliğimin türünü sertleştirdim ve miktarını artırdım.

Ve ben diyorum ki, bana ve aramızdaki ilişkiye karışmayın.

Duman kardeşim olur!

7 Eylül 2009 Pazartesi

SUSULDU İKİ GÜN

İçinde ve içine doğru büyüyendir önemsediği kadının. Erken güz suyunda, şikayetleri vardır. Suya su gibi bakmayı koymuştur ya kafasına, hesab etmemiştir gözlerindeki yorgunluğu ki gönlü hepten geç.

O yüzden susulmuştur hayata tam iki gün, öteki kotarılarak. Ötekinin ruhu, isyanı ve de zamanı. Yine de bakılmıştır denize ve ışıklara uzun. Kitaplara ve ekranlara uzun. Düzenlenmiştir her bir boncuk yerli yerince ve ışıltısı kendine.

Hem ne demiş şair;

gül yanlış kokarsa
tuz yakaya takılır.

3 Eylül 2009 Perşembe

SU GİBİ BAK SUYA

Yıllar önce okumuştum Jak Paleanck'un Tıkanma'sını. Orada annecik, kahramanımızın annesi, aslında kitabın tek kahramanıdır bana kalırsa, "Hayatı basitleştirmek gerek. Hayatı basitleştirmekse kendimizi basitleştirmekten geçer" diyordu. Çarpılıp kalmıştım, altını çizmeden önce bu satırlara. Hatta Deniz "Hangi salak çizmiş bu satırların altını" dediğinde gülüp geçeceğime, neden önemli olduğunu kendimce anlatmaya çalışmıştım uzun uzun. Şimdilerde filme çekilmiş Tıkanma, bir heves koşup seyrettik Tutku'yla İstanbul'da. İki saatlik bir düş kırıklığıydı yaşadığımız gerçi.

Hayatın boynuna kendi dokuduğun ipi geçirip oraya buraya çekiştirme gafletinin nafileliğidir şimdi yaşadığım. Ve bir sabah uyanıp "Ben ne yapıyorum?" a aymanın aydınlığı. Sabah sabah bir uzak tanıştan gelmiş olan, bu iletiyi en az yirmi kişiye göndermezseniz başınıza gelecek şanssızlık örneklerine gülmenin ama için için artık herşeyden korkuyor olmanın bilinci. Sonra kalbinizin bir köşesinde uyutmuş olduğunuz cesaret kırıntılarıyla dikleştirivermek omuzlarınızı yeni güne.

Hala söyleyecek sözüm var, evet daha da basitleştireceğim kendimi, tersinden başlayarak inandığıma. Sonra basitleşecek hayat, kolay katlanılacak artık. Evet çok şey yaptım bugüne dek, kendimce. Bunu da başaracağım, hayata katlanmayı değil, yaşamayı içinde bir toz zerresi kadar başıboş ve önemini bilen bir yandan.

Suya, su gibi bakmayı deneyeceğim elbet.

2 Eylül 2009 Çarşamba

BİR ATIMLIK BARUT

Tam bir hafta paralanana dek çalışıldı.

Sabah göz açılana, ertesi sabah göz kapanana dek, tekrar ediyorum, çalışıldı.

Mutfak hikayelerim adlı blogum, Dilizi adlı web sayfamla hergün saatlerce haşır ve de neşir olundu. Yetmedi cuma gecesi sabahçı kalındı. Gece boyunca üç kez çay demlendi, uyunmadı, sokaktaki gece köpeklerinin hırıltıları arasında Armadillo Bayramı'nın ilk perdesi yazıldı.

Ev toplandı. Konuk ağırlandı, çarşılar gezildi üstelik. Arada derede bir iki film bile seyredildi. Sonra barut tükendi, pazar pazartesi salı heba edildi.

İyi ki savaşta değiliz.

İyi ki koskoca zaman ustayla savaşa gül gül geçiyoruz, usuldan, kaygan yolda. Bir atımlık barutla, yenisi bulunup buluşturulana, kurutulup harlandırılana dek benden bu kadar abiler

28 Ağustos 2009 Cuma

ALSANCAK ARASTASINDA BİN KİŞİYLE YAŞAMAK

Sabah dörtbir yandan ulaşan yüzlerce kopuk repliğe rağmen iyi uyanılmış, yine de yataktan kalkılmamıştır.

Kalkılmaz, çünkü ruha edilecek eziyetin sonu gelmemiştir bir türlü. Düşünülür, simit alsam, kordon'a çıksam, biraz yürüsem, çayın üstüne sigara içmesem, sonra eve gelip yazsam, yazsam. Evde biraz jimlastikimsi hakeretler yapsam, çıkmasam sokağa, takılır kalırım. Çünkü bir gün önce giyilen pantolonun önü kapanmamıştır. Evde küçük bir kahvaltı hazırlasam, öğünlü yesem, akşam bira da içmezsem faydası olur zayıflamama. Yok böyle tembel ve tombul bir teyze gibi yaşlanırım ben, böyle, böyle. Düşünürsün, hepsini yalnızca düşünürsün.

Evin arkasındaki lokantanın mutfağından az paraya çok çalışan adamların neşeli sesleri gelir kulağına, abuk şakaları ve yarım yamalak türküleri. Yan taraftaki oyun salonu okey taşı şıkırtılarıyla başlamıştır güne, daha saat kaç ki? Aşağıdaki deli reklamcı Yalçın'nın sesi sokağı işgal etmiştir bile. Daha saat kaç ki, düşünürsün.

Sonra kalkar açarsın ekranını, yeni blogunun izleyici sayısı üçbini geçmiştir. Sevinirsin. Bir sigara yakar, başlarsın yazmaya.

25 Ağustos 2009 Salı

ANLAT Kİ VAR OLASIN

Daha dün yazdım diye bugünü niye es geçmeli ki? Estirilip geçilen, yaşandığı halde yok sayılan onca günden sonra üstelik. Yeni F, bunca yağ gibi kayarken, yaşam nedensiz karmaşıkken. Merak edilenler bir sesin ucunda, birkaç cümlenin kıyısındayken. O zaman ne geveleyip duruyorsun ağzının kenarında, yaz kızım yazar, ne yazar?

İşte yoğunlaşıltık ya yeni blogla, bugün bakmadık, dün itibarıyla 70 ziyaretçide bıraktıydım, bugün ne oldu acep? Bu konuda çalışmak lazım, çok çalışmak hem de. Hiçbir şey düşlediğin ya da planladığın kadar kolay yürümüyor sonuçta.

Nerden başlayacaksın; ev bir düzene girmeli, maddi bir plan yapılmalı, Güneş düğüne kalkışacak zaman buldu bir ay bile yok, gidip giysi ve takı bakılmalı, yetmez ben ne yapabilirim diye sorulmalı, Tutku'nun bu konudaki haklı hezeyanı bastırılmalı, Umut'a haber verilmeli, dostlar aranmalı ihmal edilmemeli, yarın Nazım Kültür'deki toplantıya mutlak katılınmalı- bu yıl orada ders vermem gerçekleşirse- notlar aranmalı bulunmalı, üstüne eklenmeli, biryerlerden kendine güven diye bir ottan yüz gram da olsa edinilmeli, sigara azaltılmalı, biradan uzak durulmalı, söz verilmiş işler toparlanmalı, yarın yine bankaya gidip otomatik ödemeleri kontrol etmeli, evde düzenli yemek yapılmalı, akşam 5 de yapılan kahvaltıları sabah saatlerine çekmeli, nescafe ölçüsü kontrol edilmeli, bıdı bıdı bıdı...

Sonra akşamüzeri deniz kenarında masum bir yürüyüşe çıkıp derhal bir dost telefonuyla yoldan çıkılmalı. Üstüste yakılan sigaralar eşliğinde birkaç bira çakmalı. Kendine güven otu kendiliğinden sunulmalı derhal. Boş ve düşsel konuşmalar yapılıp üstelik bunlara inanmalı. Armut gibi bir kafayla eve gelip tv de denk geliveren bir filme sarmalı.

Uzun uyumalı, çok terlenmeli, kötü düşler görmeli. Sabah pişman ve şerefsiz uyanmalı. Hiç bir şey değişmemeli, hiç bir şey, hiç bir, hiç...

Ne güzel, işte böyle böyle, uzun uzun ölünmeli.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

TAKLİT

Atölye Karaburina fena halde merak edilmiş olup işbu taklit metin oluşturulmuştur;
A: Anlam aranmaktadır. Bulunamamıştır, bulmaya 5 kaldı demek istenir.
B: başarı her ama her konuda fersah fersah uzaktadır. sağlığa şükredilmektedir.
C: cam evet. kongoo'nun arka camındaki yıldızlar ne iştir?
Ç: çalışkan avarelik tüm hızıyla sürmektedir
D: düş elbet, son günlerde kabuslara evrilse de
E: ev korur denmektedir, ama ev sürekli sorun çıkarır
F: ferahfeza bir yürek özlenmektedir
G: Güneş kaygıyla aklımızın köşesinde durduğundan, doğup batanına bakılamamaktadır
Ğ: ne güzel ki bu harfle başlayan bir sorunumuz türkçedeki kurallar sayesinde yoktur.
H: hala oyuna yoğunlaşılamamış olup bu konudaki sitemler usta manevralarla karşılanmakta
I : ışık elbet, etrafımız üç adet ışık hanımla sarılı olmakla birlikte uzaktan sesleri hoş gelmektedir
İ: inancın b.. çıkaran yurdum insanı tüm içki mekanlarını hızla terketmiş olup meydan bize kalmakta ancak bu durumun tenhalıktan başka bir yararı saptanmamaktadır
J: bu harfte gülmek geldi yücelay'ın j sini hatırladım, bir de keçiyi özlediğimi
K:klavye, istanbulda beş katlı bir tekno markette 1 adet F klavye bulunduydu. iyi de olmuş, bu sabah eski klavyem beni terketti.
L:lalengi adlı güzel bir yemek, siteme eklenecek bugün
M: mutfak hikayelerim. blog spot .com hayata geçti iki günde 66 ziyaretçi, iyi gidiyorum
N: nedensiz nedensizlik hali hızlı çalışma ortamında biraz hafifledi sanki.
O: 3. tekil bu öznede nedense hep oğlum durur, o iyi de Umut Su yine kolunu kırdı bu hafta, tarzana özenmiş.
Ö:özgürlüğümüzün önemi öncül önümüzde
P: para durumu vahim takıdan ve tasarruftan hayır yok
R: resmimi koydum atölye karaburinaya
S: sayılı gün var oyunu söz verdiğim tarihte teslime
Ş: şiddetli bir yazma isteği dün gece yarısı, kalkıldı bir paragraf yazıldı, sabah bakıldı hiç fena değil
T: Tutku öznesidir bu harfin bende zerresi yok da kızım olanı iyi
U: umut, bazen deli dalgalarla gelir bu yıl iyi birşeyler olacakmış gibi sonunda
Ü: üzüntü, nedenli nedensiz kalbimin pırlanta broşu
V: vesile yıllar önce sevdiğimiz sözcük, İnam'a merakımız ve sonrasında düş kırıklığı
Y: yıldızım çok yüksekmiş benim büyü yüzünden,seni herkes gibi yapabilirim dedi falcı, yani sıradan
Z: zaten ve zira bütün bunlar Deniz adlı deli sevgiliye yazıldı.

6 Ağustos 2009 Perşembe

NEDENSİZ NEDENSİZLİK
İşte koca bir haftayı daha tükettim. Elde kalan bitirilmiş bir kitap,Saramago'nun Körlük'ü, izlenmiş ve irkilinmiş birkaç film, bir dergiye gönderilmek üzere yazılmış bir 12 Eylül yazısı, birkaç kolye tasarımı, sıkı mutfak sunumu şımarıklığıyla şaşırtılarak ağırlanmış misafirler. Ürkmezde şarkı türkü ve halay eşliğinde bol biralı, sohbetli, ayışıklı geceler.

E, daha ne olsun diyenlere vereceğim tek yanıtım var bu arada, gerçekten bir fikrim yok.

Böylesine renkli günlerden sonra içimi saran nedensiz, nedensizliğin tanımını bir ortaçağ feylesofu başarabilir ancak. Çünkü bence yalnız onların bütün bunları düşünmeye zamanları vardı. Ve dokuya hiçbir etki altında kalmadan dokunabilirlerdi.

Canım birşey istiyor benim. Bir aşk mı, hadi canım şu kıpırtısız yüreğin beklentisi bu olabilir mi? Açlıktan midem kazındığında bile buzdolabının önünde ya da bir restoranın sunduklarında isteksizim. Bin hikayeyle donanmış zihnim içinden hangilerini ayıklayıp sunacağına karar veremiyor. Bir randevuya giderken kıpır kıpır değil içim, geri dönüp bir yastığa sarılıp düş kurmak geliyor içimden. Ama gidiyorum, görüşüyorum, konuşuyorum, yazıyorum, pişiriyorum,ortalığı topluyorum. Durmadan hiç durmadan çalışıyorum şu çalışkan aylaklık döneminde.
Bir tek çevremi sarmaya çalışan nedensiz nedensizliği çözemiyorum.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

EV HAPSİ

Sonunda becerdim işte, eve hapsettim kendimi.

Neden diye soran var mı bilmiyorum ama, ben anlatayım yine de. Sıcak, çok sıcak desem herkes anlayıverecek bir çırpıda. Ve "valla haklısın böyle bir şansım olsa ben de çıkmazdım" ı yapıştırıverecek.

Ama hiç böylesine kolay olmadı ki yaşamımız. Çıkmıyorsam nedeni var adlı son gözde şarkımın ilhamı; yazmayı düşündüğüm, planlayıp hatta başladığım oyun olabilir mi sizce?

Yoksa etraftan, dışarının o vazgeçemediğimiz ama yapış yapış işgalinden kaçınmak olabilir mi?

Aylaklık ve tembellik hakkından doğan en öznel geçişleri merak sarmak ya da. Ha, bu ikisi arasındaki farklar da oluşmaya başladı zihnimde yavaş yavaş. Belki bunları da yazarım önümüzdeki günlerde.

Birkaç gündür arşivimi düzenlemeye çalıştım. Bir kamu kuruluşunun işinden kolay değildi inanın. En komik olanı da bu yıl basında benimle ya da bizimle çıkan haberlerle, benim yazılarımla ilgili oluşturduğum dosyaydı. Öyle bakıp kaldım bitirince. Gülmekle ağlamak arasında etkiler yaratan işler.

Ay sonunda Tutku'yla Faruk gelecek. Benimle ilgili de bir sürü planlar yapmışlar, şimdilik geçiştirdiğim. " çıkış yok" tabelasını şimdiden assam mı kapının akrasına, yoksa sabah erkenden çıkıp evden, sıcak gevrek ve nescafe mi alsam?

22 Temmuz 2009 Çarşamba

SALI SALLANIR

Salı sallanır elbet, hele bir gece önce doğum günü kutlamışsan. Onca armağan, telefon, ve sevgi selinden sonra. Bin yıllık ömrüne yeni bir moral katmıştır dostların, ne güzel. Pastanın enşıksadebilezzetlisi de büyük ikramiyesi işin.

Salı sallanmayı biraz durdurur bir arkadaş telefonuyla, elinde börek ve fırın sütlaçla gelmiştir Olcay. Çaylar demli sohbet koyu. 35 yıldır bitmeyen söz bugün mü bitecek.

Birlikte yürünür Kemeraltı'na doğru. Öyle sıcaktır ki İzmir, salı tekrar sallanmaya mı başlar ne? Boncukçularda değişim gözden geçirilirken - Ege boncuk ikiye bölünmüştür- bu işi akla düşüren güzel anımsanır ve gülümsenir. Bit ve papağan. Hay bin kunduz diyesi gelir salıyı yaşayanın.

Kazanılamayan ama kazanılması umulan adına biraz daha yatırım yapılır, ufak ama. Sonrası birşeyler içmek için esintili yer arama derdidir. Lokal gelir akla, çıkılır derhal. Güneştir hala ve denize sırt verilip Kadifekale burçlarına doğru yudumlanır ilk biralar. Sıcaktır, kesmez. Rakı söylenir bir duble, bol buz bir de. Sohbet uzadıkça karşıdaki camdan görülür kızıl güneş, batmaktadır onlardan habersiz ama yer değiştirilmez,üşenilir.

Sonra kalkılır vakitlice, eve yürünür Kordon'dan, ışıl ışıldır İzmir ve insanları. Salıyı yaşayanın gözleri binlerce kare hapseder gözlerinde, belki bir anlatıma belki bir yazıya katmak için.

Evde bamya pişirilir, niyeyse bu saatte. Konuşulur bir kaç dostla ve yazılır bloğa bu satırlar, niyeyse?

19 Temmuz 2009 Pazar

BİR PAZAR AYİNİ

İnsanoğlu kuş misali. İnsan kızı için bir uygun deyim bulabildim mi, hadi o da olsun zümrüdüanka. Daha geçen hafta günebakanlar arasından ülkemin Avrupa'ya en yakın noktası İpsala'ya elimi "cee" diye dokundurup gelivermemin modası sönüp gitti bile. Aylaklığın tarihini yazmaya neredeyse yeminli olduğum şu günlerde, rehaveti yedeğinden salıvermeyen yazma isteği canımı yakıyor.

Sigarayı her yakışımda 4. Murat yasaklarının bugün başlayacağı da takılmıyor değil aklıma. Hayır, at bu düşünceyi kafandan,sigarayı bırakmanın zamanı değil diyorum kendime. Bekle ve gör nasıl şenliklenecek ortalık.

Dün yazıyla -onbeş- lira kazanmışım takıdan. İyi. Harcama hızımın üstünde bir rakam. Evden çıkmazsan, hayat daha seyrek yakalıyor ensenden. Kimsenin beni bulamayacağı kadar sıkı saklandım bu sefer.

Sen ey okur!
Biliyorum epiydir umut kestiğinden bakmıyorsun yazdıklarıma. Ama okunmamak yazmamanın nedeni değildir biliyorsun. Ben söylemeyeyim, bakalım ne zaman merak edeceksin değişimi.

Öpeyim mi, şöyle hasretle...

17 Temmuz 2009 Cuma

Aylar sonra yeniden bu bloğa yazma fikri çok " ". jan en son"bu bloğu adam etmeliyim"yazdığımı söylemişti. Tembellik mi yoksa, yapıp ettiklerimizin muhasebesinden mi hoşlanmıyorum da yazmıyorum? elimdeki bitmek bilmeyen dosyayı bitirdim az önce. İş bitince kendimi kuşlar gibi hissedeceğimi düşünürken, kanadı kırık uyuz bir çulluk gibi hissetmeyi başardım işte.Oysa yıkanacak bulaşıklar, düzenlenecek dosyalar da dahil bin parça iş beni gözleri yolda beklerken.Günün tam ortasında elimde bir bardak nefis çay oturup bunları yazıyorum. İkinci ayı dolduran aylaklık sürecinin içsel mutluluğu etkisini hala sürdürüyor.Dilerim hep böyle hissederim bu konuda. "Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez-Montaıgne" yazıyor önümdeki takvimde. Benim içinde bulunduğum gemininse bırakın hedefini müretebatı bile yok. Hatta kaptanı bile. Belki de ben o hedefi olmayan teknenin bizzat kendisiyim. Ah küçücük gemi.

Akşam dostlarla birbikte içtik. Bütün hafta süren münzevilikten sonra şaşırdım içimdeki kendini yitirme isteğine ve bu hale karşı duran dirence.Bende birşeyler son sürat biryerlere savruluyor da ne olduğunu anlamlandıramıyorum. Hayırlısı deyip sıyrılalım içinden.

Ey bu bloğun ikiyle sınırlı okuyucusu, yarın daha neşeli şeyler yazmak borcum olsun size, öpüldünüz...

26 Mart 2009 Perşembe

*artık biraz çalışıp bu blogu adam etmeli. biraz görsellik ve güzellikten kimseye zarar gelmez. di mi?
*öykülerin son düzeltmelerini bu gece uzun çabalardan sonra tamamlandı.
*yukarılarda biri izmiri çok su isteyen bir saksı sandı, elinde bahçevan süzgeci ha babam döküyor.
*artık içim bile ıslak gibi.
*prens umutsu hazretleri hanemizi şereflendirdi, pek mutluyuz.
*tutku'nun beş mayıllık bizim evin halleri görseli, ardından istanbul nişan kutlaması fotoları izlendi, pek bi gülündü.
*öğleden sonra karaburunlu aslan kral'ın araması güneş'in niye bu kadar gülüyorsun, cem yılmaz'la mı konuşuyorsun biçiminde tuhaf yorumuna neden oldu.
*nezle olundu, burnumuzun akmasının klavyenin dayanıklığı üzerindeki etkileri konusundaki kuşkularımız tutkugillere soruldu.
*karaburinalı prensesin köyüne avdeti konulu duyurusu okundu, pek gülündü
*beş dakika önce karaburunlunun son araması yine birkaç okka pirzola kıvamındaydı.
*tüm gece çay içtiğimden, bu saatten sonra biraya başlamanın anlamsızlığından ötürü uykudan umut kesildi.
*bari elimdeki bin kitaptan birini bitirme fırsatı...

18 Mart 2009 Çarşamba

uzun oldu yazmadım. ne yazacağım konusunda da bir fikrim yok başlarken. pazartesiden beri içimnde bir bungunluk. içim üzgün. içim demir kafeste. üstelik hiçbir nedeni de yok. yine bin depresyon başlangıcı mı? hep içmek ve uyumak istiyorum. üstelik ikisi de imkansız, eskisi gibi içemiyorum, her sabah işe gtmek durumundayım. şu an gökgürültüsü gibi ama patlamaya benzer bir gürültü koptu. pencereyi açıp baktım. birçok pencerede benimkine benzer meraklı başlar uzanmıştı yağmura. kitabın adı hala belirsiz. diziler hala tatsız. filmler ajite, uzaklara gitmek yorucu görünüyor. aman be...
bunları yazmak için açılmaz bir blog.
yine sıkıntı..
kardeşim kötü, hasta. iş sıkıcı. dışarda fırtına.
oğlumu aramalıyım, kızım güvende.
yıldırım düşer mi, çok belgesel seyrediyorum.
uyku, becerebilirsem eğer, iyi gelir.
tek izleyicisi olan bir blog, kesinlikle iyi fikir.
izleyicimi öptüm...

12 Mart 2009 Perşembe

akşam toplantıda kitabın adı tekrar konuşuldu pek içe sinmemiş şöyleydi"yedi deli dilin bir kuyuya attığı öyküler", o gün çok sevmiştik oysa, ben biraz kısaltarak, neremiz deli, öyküler de ayağı yere basan, çok klasik şeyler zaten, "yedi dilin kuyuya attığı öyküler" diye öneride bulundum.bir isim de "bu ktabın adı yok" niye, bulamadık, diye geliyor arkası hemen, pek sıcak gelmiyor.
Denizim bizim için biraz uçuşturup birkaç öneride bulunsa desem? pazartesi tekrar konuşacağız, ben kitaba vazgeçmeyi biriktiren, koku odası ve unutuş masası ile katılıyorum.

8 Mart 2009 Pazar

Gece ailemin birbirine eklenen kutlamalarıyla geçti. Arzu ve Eray'ın doğum günü, Onur'un nihayet dedirten mezuniyeti. Birkaç kadeh rakı, hepsinden tatsan ölüme götürür biçimde donatılmış bir sofra. Umutsu'nun kalabalık içindeki sevgi selinden kaynaklanan mutluluğu. Gece de kalmak isteyince ve de herkes isteyince uyuduk karşılıklı kanepelerde. Uzun süredir ilk kez bu denli sakin uykusuna tanıklık ettim.

Bir bardak çay ve bir sigaradan sonra eve koştum insana saklanmaktan başka bir şey anıştırmayan hüzünbaz pazar sabahında. Yazının başına zor oturup zor kalkmam da şaşırttı beni. Buluşma, fotokopi, uygun bir kafe bulma koşuşturmalarından sonra sıkı bir öğleden sonra. Yalnızca Ayşen'in, Gönül'ün ve Nihat'ın öykülerinin üzerinden geçebildik. Benim, Nermin ve Mırıl'ın öykülerine dokunamadık. Arkadaşlar bunlarda önemli bir sorun çıkmayacağını öngördüler. Önsöz üzerinde de konuşamadık. Gerisi çarşambaya kaldı. Dosyayı en geç ay sonunda baskıya hazır hale getirmek zorundayız.

Bu arada Ayfer Tunç'un kitabı şampanya köpüğü gibi yükseliyor zihnimde hızla. Makinada çamaşır, aklımda bin proje, önümde yarım şişe bira, işte hayat hayat dedikleri demode kağıttan kayık...Rüzgarı da sigara dumanından.

Ataç'ın yeni barında eski kırbeşlikler gecesi var, Yücelay da gelecek, ben pijamamı giyince eski bir kırkbeşliğe dönüşüyorum zaten. İçindeki şarkıların ritmi gitgide yavaşlayan eski bir kırkbeşliğe, içinden bir şarkı da "Bir ateşim yanarım, külüm yok, dumanım yok" belki ha?

5 Mart 2009 Perşembe

çok yoğun bir hafta daha. tüyap7 taki panel için edebiyetçilar derneği izmir başkanı, genel başkan dahil görüşmeler yaptım. çarşanba günü yayıncımızla arkadaşlarımı tanıştırdım. bir panelimiz olabilecekse herşey daha heyecan verici olacak elbet. yalnız aklıma kaldığımda, gruptan ve söylemlerinden uzaklaştığımda, yine bir beyhudelik hissi kaplıyor içimi.
kitabın adına karar verdik. zaten karar almak o denli güçtü ki, birilerine danışma lüksünü göze alamadım neyse seviyorum uçukluğu.adı sıkı durun ya da ben durayım her neyse, yedi deli dilin bir kuyuya attığı öyküler. kitabımızın adı bu. yedilik. delilik. dil ve iz.
dilizi yazı atölyesi.
pazar 13 de toplantımız var.
o ana dek bir önsöz yazmalıyım.
kitaba katacağım üç öyküyü seçmeliyim.
bu öyküleri gözden geçirip, düzeltmeliyim.
yarın ece ayhan şiir ödülleri için oluşturma görüşmem var. birilerini buluşturacağım, içlerinde yer alır mıyım, şüpheli.
cumartesi güneş'te aile yemeği, doğum günü buluşması, işte filan var.
hafta sonu umutsu'nun benden beklediği saatler.
canım sadece bira içip uyumak istiyor.
hamiş: tutku ve faruk'un yeni evlerinin salonundun kızkulesi görünüyormuş.
bu arada haftanın üstüste iki günü deniz'in kolyeleriyle sükse yaptım.

1 Mart 2009 Pazar

İşte bir hafta daha uçup gitti yaşamımızdan. Neler yaptım-iyi olanlarından söz ediyorum- sorumluluk ve hesabından nasıl kurtulacağız biz. Şöyle yalnızca yemek, içmek, güneş, müzik ne zaman yetecek? Neyse sızlanmak için oturulmaz yazıya değil mi? Kitaplar aldım dün kendime. Şimdi kitabın adına dikkat, sıkıysa alma dedirtmiyor mu? 'Bir deliler evinin yalan yanlış anlatılan kısa tarihi' Ayfer Tunç'tan. Sonra Cioran'dan 'Çürümenin Kitabı'. Ayşegül Devecioğlu ihmal ettiklerimdendi bir süredir. İki kitabıyla teşrif etti evime:Kuş Diline Öykünen ve Ağlayan Dağ Susan Nehir. Bundan iyisi,..?
Bugün yine bir pazar ikilemi içimde, dışarıda güneş, deniz kıyısı belki bir kaç kare fotoğraf, cam bardakda gezgin çay, gazetelerin pazar ekleri. İçeride; okunacaklar, düzenlenecek çalışmalar, düzeltilecek yazılar, daha da içeride yazıya akmayı bekleyen öyküler.
Alışveriş, yemek, çamaşır, ev düzeni. Komik görünümlü gereklilikler.
Koca bir yaşamın esnekliğinde, tuhaf bir sıkışıklık.
Tıkanmaya beş var da öteleyip duruyorum.
Neyse, bu lafı da sever oldum, hala çoktan seçmeli seçeneklerimiz varsa, iyiyiz demektir.
Değil mi?

22 Şubat 2009 Pazar

bana birşeyler oluyor. sevmezdim kötü hissetmeyi, şimdilerde hiç sevmiyorum. güneşli bir güne uyanmıştım oysa. dostlarla kahvaltı, oğlumu işyerinde ziyaret fikri. sonrasında saçma bir trafik, şaşan bir yol güzergahı. yıllar sonra ilk defa kendi butiğimiz dışında bir yerlerden alışveriş yaptım. tansiyon denen saçmalık hortlayınca planlar bozuldu, ev ve endişe. çocukları dostları da hiç istememe rağmen endişeye sevkettim. şimdi daha iyiyim, kağıtlarımı düzenledim, biraz örgü ördüm, hepsi kafamda durmadan dönen motordan kurtulmak için. böylece sakinleşeceğimi umdum, iyi de geldi. bu hafta proje haftası, başkalarıyla bölüşülmüş ve söz verilmiş işlerin haftası. doktor saçmalıklarının, avukat aramalarının haftası, oysa bakla istiyor canım, bol dereotlu. belki yarın pişiririm. belki yarın tüm görüşmeler çözüm sunar. belki uzun zaman sonra bir kez daha kendimi uçuk kaçık hissederim, içimdeki kaldırım taşı biraz olsun oynar belki yerinden. belki. belki...

21 Şubat 2009 Cumartesi

bu akşam deniz ve mümin geldi...
(krep ve şarap gecesi..)
Vivaldi dinledik ama en çok sevdiğimiz epizot hakkında anlaşamadık.
Ben sonbahar dedim, yıldız kış dedi, mümin olcay ::))
geniş koltuklarda oturup sustuk!

20 Şubat 2009 Cuma

mümin geldi
ah deniz, görüyorsun beceriyorum

ilk gün

Deniz'in ısrarı, benim soğukluğum. Bilemiyorum ne işe yarayacak bir dünyaya girdik. Diyor ki Deniz- çok şey diyor aslında- iyi b i şeymiş. inanıyor muyum, tabii ki hayır.

Şimdi aklımı sıvılaştırma zamanı.......

Bakkala gidiyorum...geliyorum..
şaka ...şaka...
Deniz gitmeye hazırlanıyor..
Enfes mönümüz bitti..şimdi elektrokile karışık sohbet zamanı...
heyyyyooooooooooooooooooooo

Bugün Deniz geldi..

eminim deniz geldi, iyi oldu, ufkum açıldı.