30 Aralık 2010 Perşembe

sweet kitchen

sweet kitchen

ÖZLÜK- anlamı bana...

A: Ayak, ayakkabı, anne, annelik, anı, arkadaş, ayraç,asma, asmak, anlam, alık, ahmak, ardıç, aylak, anlak, ahlak, ayıcık, anmak, ayrımcılık, ahbap, alınganlık, avunmak, aymak, azıtmak, AŞK...

B: baba, balık, bayağılık, basmak, bakmak, basınç, bolluk, başka, boşluk, borç, bozuk,

C: Ceyhan, can sağlığı, camaltı, canım, cansız, canavar, cins, cam bardak, 

Ç: çardak, çarık, çay suyu, çamaltı, çayır, çimen, çeşme, çarşamba, çatık kaş, çağla, çiğdem, çamur, çarşı,

26 Aralık 2010 Pazar

ders verilir, ders alınır :))

Kış sezonunun yarısı geçmişken, ben hepten umut kesmişken aradılar Nazım Kültürevi'nden.
- bu yıl da yapar mıyız Yıldız Hanım?
- yaparız, elbet...
Söz konusu ders yaratıcı yazarlık. etkin ve yetkin miyim bu konuda? Bu konudaki en yoğun sancıları yaşayan biri olarak etkinliğim su götürmez sonuçta. Empati karlı dağlar misali yüksek olacaktır.
Yetkinliğe gelince, geçen yıl bu konuda ciddi zaman ve emek harcadım. Güvendiğim tüm kanallardan yardım aldım. Çok dillendirip, güzel diller dinledim. Bol kitap karıştırıp, miniminnacık notlar üzerinde karınca gibi çalıştım. Yöntem geliştirdim, özgürlük sınadım.
Çokça da hayal kurdum, kurgu üzerine, büyübozumu üzerine.
Her çarşamba öğle başlayan karın ağrılarım, ders sonrası sevince bıraktı yerini. Kanatlandım sınıfı bölüştüğüm gençlerin heyecanından.
Bir kez daha yola çıkıyoruz işte,
tarih 6 Ocak 2011,
saat 19.00...

15 Aralık 2010 Çarşamba

ıssız

şimdi kim bekler o sahilleri?
balıkçıların umut yükleri,
yazdan kalma çocuk gülüşleri.

bir bilmecem var çocuklar!

beyaz
ince
uzun
pahalı
günde
        yirmi
               kez
                   yanar
                           ?

edebiyatımızda en uzun cümleleri ilk Pamuk mu kurmuştur?

Mümtaz için kadın güzelliğinin iki büyük şartı vardı. Biri İstanbullu olmak, öbürü de Boğaz'da yetişmek. Üçüncü ve en büyük şartının tıpkı tıpkısınaNuran'a benzemek, Türkçeyi onun gibi teganni edercesine konuşmak, karşısındakine onun gözlerinin ısrarıyla bakmak, kendisine hitap edildiği zaman kumral başını onun gibi sallayarak konuşana dönmek, elleriyle aynı jestleri yapmak, konuşurken bir müddet sonra kendi cesaretine şaşırarak öyle kızarma, hiçbir özentisiz, telaşsız, büyük ve geniş, suları, dibi görünecek kadar berrak, bir nehir gibi hayatın ortasında hep kendi kendisi olarak sakin, besleyici akmak olduğunu o gün değilse bile o haftalar içinde öğrendi. /Tanpınar-Huzur

Pamuk'un Masumiyet Müzesini okurken hayran olduğum zamanın özüne yolculuk yapan cümleler Tanpınar'ı yıllar sonra yeniden okurken canlanıveriyor  zihnimde.

Ey Nobel'li üstad, bu kadar mı beslenilir koca ustadan. O usta ki kendi tanımıyla bir "sükut suikastine" kurban gitmişken.

Ve bir de, ey yüzyılımızın büyük aşıkları, hadi böyle anlatın bakalım sevdiğiniz kadını ya da erkeği. Sevmek için yalnızca kendisine benzemesi gerektiği koşulunu atlamadan.

Benden umut yok anlatın, okuyalım...

aşk?

....
Bu, ne yaparsa yapsın, hangi mutlak veya erişilmez alemlerde dolaşırsa dolaşsın, insanoğlunun hayatın kanunları içinde yaşamasıydı. İşte bir adam ki Tab'i Mustafa Efendi veya Dede'yi tanımadan, Baudelaire'e ve Yahya Kemal'e hayran olmadan sevebiliyordu. / Tanpınar-Huzur

27 Kasım 2010 Cumartesi

BENİ BENDEN ALAN...


Ruh dediğin şey - nane ruhu olmadıkça- kendini alıp savuran tabiata düşkün oluyor. Bir ufka uzun bakmayı, taklit edilemeyen renkte uzun kalmayı seviyor.


Kendinden çıkıp dokuya karışmayı, onun bir parçası olmayı, eriyip yok olmanın hazzını tatmayı önemsiyor.


Benim ruhum dediğim şey, her neyse, sık sık başını alıp uzaklara gitmeyi, benden bağımsız bir kaç saniyede hayata karış karış dolaşmayı beceriyor. Geceleri ağır abla rüyaları gördürüp canımı üzerken, sabahları gün ışığıyla birlikte dünyanın tüm ezasını cefasını bungunluğunu üstüme yığarken bir yandan, önüme koyduğu sorularla uğraşırken ben, o her daim her sınavda sınıfta kalıyor.


Ne zaman özgür bırakıyoruz birbirimizi, boşanıyoruz birbirimizden, vazgeçiyoruz soru-cevap ve çıkışsız yerlerden keyfi yerine geliveriyor.


İşte o zaman yoksul heybesini boynuna asmış, heybesinde su yerine tuz, heybesinde azık niyetine şiir, alıp başını yürüyor, mahzun kafesini ardında bırakıp.


Halden şikayet beceriksiz adem işidir deyip hem, sevinç kuşunu da omzuna alıp, fotoğrafın içine içine sürükleyip ayaklarını, beni terkediyor.

10 Kasım 2010 Çarşamba

avucundaki kuşa merhamet dostum!

Hayli uzak zamanda, sesi pek uzaklardan, fildişi kulesindeki bitip tükenmek bilmez yalnızlık yankılarından ulaşan bir prenses varmış.
Bir yorgun prenses.
Bu ses, ıssız adasında hükümranlık kurmuş prense ulaşmış bir vakit.
Sözcüklerin Prensi'ne.
Prens, yorgun prensesin sesine sözcükleriyle ilham katmış.
Öyle ki aralarındaki denizin dalgaları bir köpürmüş bir durulmuş.
Tuzu çekilmiş denizin, suyunun üstünde köprü kurulmuş safi tuz.
Rüzgar kimi fırtına olup esmiş kimi kez yalnızca fısıldamış.
Fısıltı dediğin, hepten susmak değildir ki. Bazılarına avaz olur.
İşte evvel şatolarda yaşayan bir başka prensese de ulaşmış sonunda, nağmesi caz olmuş.
Yüzlerce mumun ışıttığı süt banyolarına düş taşımış.

...

Masallar böyle başlar dostum.
Nasıl biteceği yazanın, okuyanın, dinleyenin insafına bağlıdır.
Bazen iyiye yorulacak düşlere vesiledir.
Bazen gökten üç elma düşer, yetmez.
Biri kokusunu yazar elmanın, biri günaha sayılır cennetten kovdurur, öteki zehre bulayıp sunar mazluma da yeni bir masalın konusu olur.
Hem masal dediğin ne ki diye omuz silkene, yenisi yazılmaz.
Yazının başlığını soracak olursan dostum, boşver der yürür giderim...

17 Ekim 2010 Pazar

dün gece...

rüyamda, bir başka rüyamın içinde, bu bir rüya dediğim ve dönüştürmeye çalıştığım üçüncü bir rüya gördüm.
nesneler kendilerinden başka ve altlarındaki nesneleri saklayan biçimlerdeydiler.
koyu bir suyun içindeydiler. turuncu deniz yosunlarının salındığı bir koltuk vardı mesela. ha koltuk da değildi bir yandan. tamamı turuncu salınımlardan oluşmuştu.
rüyama geri dönmeye çalıştım.
gördüğümün yasal rüyam olmadığı gibi bir duyguyla.
tuhaf!..

11 Ekim 2010 Pazartesi

ah benim canım!

yine görürken şaşırdığın, sabah olunca anlamı ayan beyan rüyalardan mı uyandın?
korkuların, kuşkuların, terketmeyi bilmeyen endişenin yurduna mı açıldı gözlerin?

kabulü gören ve bilen, kabulü kabul etmeyen bir türlü edemeyen içinle mi uyandın?

bir türlü içi doldurulamayan küskün ömrü, güncele bir gün daha sarmaya mı doğruluşun yataktan?
bir türlü bitmeyen, sonlanamayan, artık sondan da korktuğun yere mi?

işte zaman senin. özgürsün de için elverirse özgürlüğe. dışarıda serin sarı bir sonbahar yapraklarını yerin yüzüne yüzüne dökmede. az üşümüş bir güneş, parıltılı. ortalık sessiz, alsancak arastası yorgun mu ne? bir gün önce seni çığlık çığlık arayan eski dosta sevinememişsin, çünkü biliyorsun artık senin için düşündüklerini. tut ki haksız değil. buna bile razısın da, sen diyemiyorsun. sen benim için bunları dillendirirken bir yandan, şimdi nasıl, diyemiyorsun. tut içinde bir yorgunluk. tut ki anlamaktasın bir yandan. anlamak en büyük zulüm değil mi?

imza gününe gidiyorsun bir tanışın, ilk kitabının ilk imzası, özellikle çağrılısın üstelik. hasta falan demiyorsun canına, destek olurum diye gidiyorsun. adını anımsamıyor, öyle bir imza atıyor ki şaşıyorsun. organize işleri, itiraz ettiğin ne varsa süren işleri bir kez daha görüyorsun. içine düşmekten de kendini hala alıkoyamadığın bir yandan. üşüyorsun çok.

allahtan dostun koşarak alıp geldiği fular sarıyor üşümeni. rengi gri. bir kez daha şaşıyorsun.

bir kitaba başlıyorsun. şimdilik bir kaç kişinin okuduğu bir kitaba. sen yazmışsın, dahlin varmış gibi seviniyorsun. kadim sözcüklerini artık zihninde evirip çeviriyorsun, oradan oraya. evde unutulmuş üç adet sigaranın eşliğinde, fincanındaki kahve yavan, kokusuz. kokuları usulca yitirdiğinin de farkına varıyorsun.

derin iç çekişlerin eşliğinde bazı insanları, bazı söylemleri, kimi şımarıklıkları, eskiyi özlüyorsun. üstelik bıkkınlıkla.
sesi seyrekleşmiş insanlarını, yalnızlığın gövde kazandığı halleri bir daha anımsıyorsun, biliyorsun içselleştiği yerde.
sürekli evi topluyorsun. seni sevindiriyor bu. yaşananın, yapılanın şahidi objeler bir bir uzaklaştıkça göz önünden yalınlaşıyorsun. ama etrafın sadeleştikçe ıssızlaşıyor, bunu da biliyorsun.

sakin olmaya çalışıyorsun bu sabah, zaten içinden başka türlü bir tepkinin yükselmediğini, hatta bunun neredeyse mümkünsüz olduğunu bal gibi biliyorsun.

dillendirdiğin halin, bu satırları okuyan birinde depresyon diye niteleneceğini biliyorsun. ama sen bunun gerçeğin birinci hali olduğunu, değiştirilemez, dönüştürülemez olduğunu, hep içinin bir yanında bin yıldır taşıdığını, yapılan, denenen herşeyin bu hali aşmak adına olduğunu hissediyorsun. hayata kuşbakışı değil ta göbeğinden bakmanın acınası bakışaçısı bu.

uyandın mı ömrünün bir sombahar gününe daha?
ah benim canım!

22 Eylül 2010 Çarşamba

sevişe sevişe azalmaz ki tendeki özgür ruh!..

Perşembeler.
Havagazı Fabrikası'nda havamızı yerine getiren çim konserleri.
Ezginin Günlüğü'nü izlemiştim İstanbul'a gitmeden. İzlemek ne kelime, birlikte vermiştik sanki konseri grupla birlikte.
Sonrasında da , hem de epeyce sonrasında Baba Zula konserindeyiz işte. Gençlerle birlikte üstelik.
İlk dinlediğimde, Karaburun'da, Küçük Prens diye bir şarkılarının bizim bildiğimizle bir ilgisi olmadığında, dansöz oynattıklarında üstelik, adı lazım değil bir arkadaşla itiraz edip arıza çıkarmıştık üstelik.
Zaman geçti, Baba Zula bir düştü, bir kalktı, önemli entellektüel ferformanslara imza attı, bitti derken dirildi -bize neyse- izlemeyi sürdürdüm onları.
İyi yapmışım, Tuncel Kurtiz'den, Brenna'ya hatta Semiha'ya dek birlikte işler çıkaran adamlar bunlar sonuçta.
Yıllarca favorim olan Tabutta Rövaşata'nın müziklerini yapanlar ki bu filmin müzikleri filmin önüne geçmiştir ara ara.
Her neyse, böyle işte, bir perşembe, havagazı'nın havalı atmosferi, çimen ve binlerce (kendini ) özgür (sanan veya sayan) ruh!
Dansedip geçiyor kendinden.
Ben de.
Bestelerdeki - çalıntı- hissiyatımdan da asla vazgeçmeden bir yandan...

15 Eylül 2010 Çarşamba

şiire kıymayın efendiler!

Karaburun.
1. Börklüce şiir günleri.
Konu başlığım "Şiirin Dirilişi".

Önce neden dirilen şiir dedim. Şiir öldü diyenlerden yola çıktım. Yaşayanın selasını vermek dedim.

İyi şiirin önünde duranlardan; şiirden sloganı anlayanlardan, magazinleştirenlerden, yanılmış yıkılmış şairlerden, hapis yatmışlığı şairliğe kabul kolaylığı olarak gören ya da kullananlardan, sidik yarıştıranlardan, şairliği karşı cinsle ilişki kurma kolaylığı olarak algılayanlardan, dergilere şiir yollayıp dergi okumayanlardan, manzumecilerden, yeniyi takip etmeyenlerden, pürist şiirin niteliğini bilmeyenlerden, işin kolayına kaçanlardan,türkçeyi kullanamayanlardan, yazım noktalama bile bilmeyenlerden, gencecik yaşta ve erkencik şiir geçmişiyle manifesto yayınlayanlardan, yıllıkları iktidar unsuru olarak kullananlardan, gündemin acil takipçilerinden söz ettim.

İyi şiiri anlatmaya çalıştım sonra.

Karşı çıkışlara karşı da hazırlanmıştım. Ağzını açan olmadı.

Zaten heyecanlıydım, bitsin de gideyim edasında.

Bari iyi bir şiirle veda etmeyi akıl etseydim, şık olurdu!

ölüm anında "ah keşke"li bir cümle kurmamak için bizim için "asıl" önemli olanın ne olduğunu "şimdiden" görmeliyiz.

Başlık'taki cümleyi Irvın Yalom'un Ölüm Korkusunu Yenmek adlı kitabının, kitap arkasından alıntıladım.
Emin olun kitapta bu cümle kadar özel bir anlatım ya da fikir yok.
Eskiden dalga geçerdik, "kitap arkası okurları" diye entellektüel görünmeye çalışan malumat istifçilerinden söz ederken.
Oysa bir zamandır kitap arkası yazarlarını merak etmeye başladım.
Nerden ulaşılır onlara, bir dernekleri bir kuruluşları var mıdır acep?
Günün birinde onlardan biri ardını yazdığı bir kitapla nobel falan alır mı?
Hani nobellilerin çoğu zaten okunmaz ya.
Bunların nobelden sonra akibetleri ne olur?
Fena meraktayım!

madem sular üstündeyiz!


Filistin'de ezilenler.

Gazze'ye yardım konvoyu.

Şehit dedikleri kayıplar.

Bir başbakanın "one minute"i.

Çalkalanan sular.

Merakla izlenen baskın haberleri.

AB nin "mutlaka" gerçekleştireceğini, sonunda söyleyebildiği soruşturma.

Önceye yazılan bir eylem daha.

Öncede kurulmuş bir söylem daha.

Ve öncede kalmış bir pankart.

Sular üstünde,

ulaşamadığı Gazze yerine,

bir önce teknesinin üstünü örtmede.


Hayat mı diyelim?

Sizce?

yazının başlığını sandala yazdım


Dünyadaki bütün büyük seslerden yoruldum.

Mırıl anlatın, anlarım diyorum, anlamıyorlar.

Bir çiviyi çakar gibi, bir savaşa başlar gibi, pistten havalanır, alana iner gibi, tüfek, kilise orgu, patlak lastik, devrilen içi cam dolu büfe gibi konuşuyorlar.

Ne denli yorgun olduğumu bilmiyor, görmüyorlar.

Dünyanın artık bağırarak atılan boş nutuklara değil, usul söylemli büyük düşüncelere ihtiyacı var.

Benim de!

Dünyanın çığırtkanlara, ikna edicilere, benim gibi ol, benim gibi düşün diyenlere, ben bilirimlere, küreye sığmayan yol haritası kılavuzlarına, erk tutkunlarına, ölmeyeceklermiş sananlara, iz bırakmak adına oyuk açanlara, kendinden kaçanlara,başkasına sığınanlara, onların ruhuna cenin gibi sığınıp devrim yapmaya kalkanlara tahammülü yok.

Benim de.

Mırıl anlatın, anlarım diyorum, anlamıyorlar.

Bu yüzden, tam da bu yüzden, bu yazının başlığını sandala yazdım!

DİKKAT; 15 Temmuz'dan bu yana ilk yazı

Ben iki aydır ne yaptım?
Ponpon, taş, kuş, yapma gül, davetiye, konuk takibi, boncuk, kurdela vs. arasında.
Düğün, dümbelek, kına havasında.
Arada aziz İstanbul'u da tavaf ettim ki darılıp gücenmesin.
Sarıyer'deki o güzelim gecikmiş kahvaltıda çektim bu kareyi. Görür görmez kalıcılığa havale ettim.
Ki kendime benzettiğim içindir merakım, kendime.
Batmış gibi görünüyor ancak batırılmıştır.
Kendi iyiliği içindir bilirim, balıkçı geleneği.
Bakımsızdır, eskidir de yanıp ufalanmasın diye iyice güneşten, batırılmıştır.
Suyun yüzeyiyle bir, arada havaya, çokça suya temastadır.
Sandalın iyiliği, balıkçının iyiliği adınadır batırılması.
İyi de bu sandalı neden kendime benzettim?

15 Temmuz 2010 Perşembe

sınırlar silinince!


tüm kitaplar benim için yazılıyor, işte resimler heykeller orada benim gibi obez tüketicilerinin emrinde.

adamlar gece gündüz demiyor notalardan bir evren yaratıyorlar bizi de içine alan.

hele şiirler, diyecek ne var?

duygular, kalp çarpıntıları, oldum oluyorum az kaldı nidaları!

sizin de sınırlarınız siliniyor gitgide. sizin derken, özneyi dilediğimizce çeşitleyelim bir yandan.

içinize alıyorsunuz üretimi, kendi içinizle buluşturuyorsunuz.

kendinizi ötekine sunuyorsunuz, sakınımsız.

bir insanın içi nasıl tarif etmişse öyledir sanıyorsunuz.

kendi tanımlarınızı da sık sık değiştirdiğinizi unutarak.

birbirine bir zamanlar sıkı bakmış iki kalbin, omuz silken güncele teslimine şaşırıyorsunuz.

arada şeffaflaşan buzdan heykellere dönüyor yüzünü tüm cümleler.

silinen sınırlara- bir vakitler- hayıflanıyorsunuz.

sizi öfkeye yükselten duyguya ayrıca öfkeleniyorsunuz.

az önce karaladığım iki dizeye bile!

orda burda soyundum
ince hüzün giyindim!

Düzyazı Bahçesi

Tansu eliyle Bergama'da bir köy mezarına

"SUYA ses olmaya gidiyorum ben" diyor uçurum. Müsaade istiyor, ediyoruz, kalkıyor. Yer değiştiriyor sessizce. Sesli büyüyen bir bitki gibi en küçük oğlu- okalıyor. Ağırbaşlı, cin bardağı ılınmış elinde. Oksijen tüpüyle kavga eden bir astımlı geçiyor önümüzden, tam oğlanın hikayeye girdiği yerden. Kayıklar var, arkadan vurulmuş yüzüstü yatan, birinin üstünde altın horoz, altında damarları henüz üstünde sıcacık bir gece iskeleti. İskeletin içinde mavi bir gözü açık ayyaş, uzak akraba. İyi ki asmalar her duvarın yanında iyilik gibi, kavaklar var sevdiğimiz her görüntünün gerisinde, söğütler var dünyada, ve aralarında dünyalı olmayan bir ağaç:Atası ot. Ötesi et.
İlhan Durusel/ Süslü Nesir

Sözün iyisi yedeğimizdir.
Görünce, keşfedince, okuyunca üstelik paylaşmadan olmaz dedim.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

yetinmek sevindirir-di!




şu kalıp işi kimi ne ilgilendiriyorsa, takmışım kafayı bir kez, yazıp duruyorum.


merak denilen çalı kuşu bir kere yapışınca insanın yakasına, arkası da geliyor işte. yani sen kalıptan başka birşey yapmayacak mısın dedi heykel hocam ve yeni arkadaşım Gülcan. biraz alınıyor gibi geldi bana. ayartılmaya hazır bünyem dillendi birden.


aslında elimi çamura sokmak istiyorum, deyiverdim!


çamur kardık, çaktığımız kaideye yükledik.


yaptığım ya da yapmak istediğim bir büst. serbest ve özgün çalışıyorum ilk işimde. öneri ve bilgilendirme yok. öyle anlaştık.


şimdilik Sezar'dan Brutus'a oradan aşk-ı Memnu'nun ilk versiyonundaki Beşir'e dek gidip geliyor.


koluma yatırıp eve getiresim var.


yetinmek sevindirir- di, eskiden, çok eskiden!


9 Temmuz 2010 Cuma

başla ve yürü git!




bu koca kışın kazancı hayatımıza, yeni edindiğimiz bir meslektir. adına mask imalatı denmektedir. kime ne faydası var, ne işe yarar derseniz kendimiz de dahil pek bir meraklısı olduğu işin işine girdikçe tespit edilmiştir.


etrafına döktüğümüz telafat malzemenin dışında yüzler kalıpyardan bizzat kendimizce dökülmektedir.


lakin kalıbın kendini elde etmek bu yılın müşgülü olmuştur.


peki ardı arkası bırakılmış mıdır?


elbet hayır. ardına düştüğümüz her işi en basitinden de olsa becerme alışkanlığımız bu kez de işi kotarmıştır.


heykel kursunda silikondan latekse bin türlü fena kokulu malzemeyle kalıplarımız elde edilmiş, kullanıma hazır hale getirilmiştir.


artık hayatın reddettiğimiz kalıplarına inat BEŞ adet kalıp emrimizdedir.


ilgililerin ilgisine sunulur!

6 Temmuz 2010 Salı

vavien


Bizde de kara film yapılır, sonunun mutlu bitmesi topraklarımızın biteviye mutsuzluğudur belki.

Bizim de yönetmen biraderlerimiz var, Taylan ve Durul.

Avrupa yakasının saçma karakteri Burhan, Engin Günaydın ilk senaryosunda bizi böyle şaşırtabilir.

Atilla Özdemiroğlu yaptıysa müzikleri, biliyorsunuz, seyretmekten öte dinlenir.

Binnur Kaya oyunculukta yıldız koparabilir.

Settar Tanrıöven ve İlker Aksum diziler arasında gezinirken tespit ettiklerimdendir, yardımcı diye nitelenen işlerinde hep rol çalarlar başrolden.

Serra Yılmaz paytak yürüyüşü, pek de farklılaşmayan mimikleriyle içine içine konuşur insanın, Ferzan Özpetek filmlerinden sevgilimizdir.

Tokat Erbalı arkadaşım vardır, heyecanına tanık olunur seyredince.

Işık, biraz da karanlık işte, seyredilir sevilir.

Öyle karanlık üçlemeleriyle de işimiz olmaz!

kendime mi dedim, ne dedim?

* ölümden korkan bir arkadaşıma,-üstelik geride kalacak olana yanan- yok canım olur mu, ışık enerji falan dedim; o, ne yani ruh mu dedi, olur mu nane ruhu mu tuz ruhu mu falan dedim.
*çok sık ben çok sıkıldım dedim.
* ara ara galiba o kadar da sıkılmıyorum, ne dersin diye kendime dedim.
* artık sussam, hiç konuşmasam dedim.
* içim kötü ağlasam açılırım dedim, çok az ağladım, sonra ağlayamadım.
* neden böyle hissettiğimi bilmiyorum dedim çokça.
*neden kötü hissettiğimi hissettiğimde, biraz rahatladım.
*rahatlamak o kadar da kolay değilmiş dedim uyanınca.
*bu depresyon kalıcı sanırım, prof. yardım alsam mı dedim, kendime.
*prof. lar bize düşünce vazgeç dedim, kendime.
*bazı insanlarım bana iyi geliyor dedim, bunu da kendime dedim.
* yanılmamışım , aileyi de onların içine kattım el çabukluğuyla, yanılmamışım dedim.
* hisarönü ve abacıoğlunun kahve kokusu (üstelik iki renklisi) iyi gelir dedim, geldi.
*kuşadası, yeni foça, deniz açılırım dedim, işe yaradı.
*kursa gideyim oldum, gittim de.
*kalıp döktüm, büste başladım, aferim dedim, kendime.
*yarın yazayım dedim, yarısı buharlaşmış bir dilizinde dilleneyim.
BUNLAR DA BİŞEY Mİ, BEN SON GÜNLERDE KENDİME NELER NELER DEDİM!..

bu kenti inek bastı!


Ne sanıyorsunuz İzmir'i?
Her sokakta müzik, her binada etkinlik, her meydanda konser, orda burda film gösterimi. Alsancak şenliği bitiyor, müzik festivali başlıyor. Aydın'dan roman orkestrası gelmiş gidip dinleyelim derken, havagazı'nın çim etkinlikleri kesiveriyor önümüzü.

Biz ne yapıyoruz, mümkünse gitmiyoruz.

Ayağına kadar gelmiş etkinlik bozar türk insanını.

Zaten çoğundan da haberimiz olmuyor.

Ama öyle bir sanatsal sokak çalışması var ki son günlerde, es geçmeniz olanaksız.

Elektrik parası ödemeye çıksanız ayağınıza takılıyor.

İnekler, İstanbul'dan geldiler. Birkaç yıl önce yedi tepeli kenti sanatsal kılmışlardı varlıklarıyla.

Şimdi kentimdeler işte. Herkes soruyor, bunlar ne?

Sanat desen, sırtlarında çocuklar, kuyruğunu boynuzlarını koparmaya çalışanlar. Fotoğraf çektirenler.

Sosyal proje bir yandan. Herbirinin projecisi ve sponsoru var. Hatta sanatçıları, inanmayan gidip altlarına baksın.

Çoklar, bir araya getirsen Bonanza'nın sürüsü kadar vardır.

İki tanesini tek geçerim. (nasıl olacaksa)

Biri fotoğrafta gördüğünüz, adı Smirmööö! Şarap sunuyor ki İzmir'e yakışır.

İkincisi bir başka yazıya, neden, çünkü fotoğraflamadım henüz, ve görmemiş olana göstermezsem hepimize yazıktır.


27 Haziran 2010 Pazar

öleceğim güne kadar bir yayın üzerindeki kadar gergin ve güzel bir sesle yaşayacağım!

yay/ a. krosava

her insan bir kıyamet imkanını barındırır

ben, ben
diye sildin mi
kendini?

boşluk gibi
temiz misin
sonunda?

melekler erkek olur!

About to lose, lose, lose
My woorried miiiind.

Bu şarkıyı boşuna sevmemişim. Yaşıyorsun, yaşıyorsun, yaşıyorsun ve bir gün bakıyorsun önceden sadece sevdiğin bir şarkı aslında önceden senin o günün için yazılmış, bir bakıyorsun pat diye şarkıdaki o şapşal kahraman olmuşsun. Adam önceden görmüş. Yazmış, söylemiş.Dinlemiş, sevmişsin ama gerçek olacağını, tam yirmi sene önce kurulmuş bir saatli bomba olduğunu ve yirmi sene boyunca hep tık tık tık bugüne doğru çalıştığını düşünmemişsin; o duruma düşeceğin hiç aklına gelmemiş. Ama düşmüşsün. Bakalım daha ne kadar düşeceksin.

Hamdi Koç

12 Haziran 2010 Cumartesi

masklara bir nokta, sergi!









Haziranın biri. Üç günlük stand, canlı performans ve şenlikten sonra nihayet sergi açılışı. Dostlar, çiçekler, yüreklendirmeler ve dahi satış.
Ben yıllar süren merakımda birkaç adım attım. Kalıp döküp, alçı tozundan ateşlendim. Kemeraltı ve Eminönü yeniden keşfedildi. Bin türlü işe yarayan yaramayan abuk nesne eve tıkıldı. Yaptıklarımın dördü satıldı, biri bozuldu. Maya da başkana kaldı.
Kara Dul ait olduğu duvarda arıtk. Persephone, Anna Karenina, Santa Luciana yola çıkacakları günü bekliyorlar evde, mahzun.
Geri kalan yenidir, bir süreligine yeni kalacaktır kendimizde.
Bunu bilmek iyi!

10 Haziran 2010 Perşembe

aşk perisi!


gelse, kapımı çalsa, alsa, götürse derken takliti çıktı ortaya.

bozuk para sesine kaldırıyor okunu, şöyle bir doğrultup eski haline dönüyor uyuşuk.

allah var, güzel taklit!

gerçek saydığımız tombulundan karizmatik!

faytonlar, kentimin yakışığı!




şenliğin ilk günü, akşamüzeri. kentimin faytonları uzun zamandır hepsi bir arada böyle dolmamıştı. roman kovboyların yüzü böylesine gülmemişti. bu kadar gündoğdu çiçeğine benzememişti, şımarık konserlerin, ağırbaşlı mitinglerin üstlenicisi Gündoğdu Meydanı.

şenlik var mahallemde!




üç günlük tantana. sergiler, canlı performanslar, konserler, söyleşiler, kortej yürüyüşleri, ünlü ağırlamaca, ünlü sevindirmece.


Agora Band adlı topluluğu zihnimize yazdık, yerimizde dans edip bira içerek.


Efes sponsor, biralar paralı. Bu işe şaştık.

şenlik mi, şirinlik mi?


Üç gün, tam üç uzun gün, Alsancak Şenliği'nde, güneşin altında, Dominik dedikleri işlevsel etkinlik sokağındayız. Mask kursu mağduru iki hatun. Bir gün, ve yarım saat katkı koyan iki hatun daha. Sıcak, çok güneşli, çok çocuk gürültülü (okula bitişiğiz ya) belediye kumanyalı, şakacı çocuktan çay servisli, yorucu çok yorucu.

Az biraz para kazandık, kazandırttık.

Geçti gitti!

30 Mayıs 2010 Pazar

YENİ MASKLAR
















Sergi açılışına iki gün kala bloga koymanın bu fotoğrafları ne anlamı var diye sorarsam kendime, zaten neyin ne anlamı var gibi saçma bir yanıt da veririm aslanlar gibi.

MASK PİKNİĞİ
















7 Mayısta. Biz on küsur kişilik mask atölyesi pikniği umarken, başkanın yüce gönlünden kopan 700 kişilik bir piknikle karşılaşıverdik.

Üçkuyular'daki Engelliler ormanındayız. Daha pek ormana benzemiyor ama deniz kenarı ortam güzel. Arkadaşlar epey lafladık, ne tuhaf kaç aydır birlikteyiz yeni yeni tanıyoruz birbirimizi.


Asuman'ın küçücük çantasından çıkan bir termos çaya sevinerek başladı gün.
İp atlayıp, istop oyanayan gecekondulu hemcinslerimiz. Bağır bağır bir şarkı;

"Konaklıyım konaklı,
Efeler diyarında Konaklı olmak farklı"
Saatler süreceğini düşündüğüm ama çabucak hallediliveren yemek dağıtım. Hakan Başkan özenmiş allah için. Menüde döner, pilav,domates, salatalık, erik, kavun, ayran var. Çaylar şirketten uzunca bir süre.
Arada kafeteryaya doğru kaçamak yapıp Asuman'la kahve falan içiyoruz.
Gün başladığı gibi ama daha yorgun ve telaşlı bitiyor.
- Otobüsler nerede?
-Herkes yanındaki geldi mi kontrol etsin.(Bu tatlı Sibel)
-Filan durağı iki metre on santim geçince inebilir miyim kaptan?

NEYMİŞ?

Üç günlük stand çılgınlığından ve akşamları dostlarla süren ağır, duygusal, zorlu mesaiden sonra Kaymaklı Yeraltı Kenti'nden çıkamadın diyenlere, bu pazar sabahı bir avuç dolusu resimli, yazılı armağan yolluyorum.
Yanıt olsun diyedir!

MEVLANA




Aslında hakkında ayrı bir blog yazılır.
Tamamen dini bir mekan sanıyordum, hacı olmaya falan gittik diyorlar ya, külliyen yanlış.
İçeri girer girmez içinizi huzur kaplıyor- tüm kalabalığa rağmen-.
Mekan "Sus ve bak" diyor sanki. Eskinin ruhu ince fısıldıyor. El yazmaları, özenin yüzlerce yıllık varlığını haykırıyor naylon dünyaya.
İpeğe işlenmiş külliyatlar aklınızı alacak kadar şaşırtcı, giysiler mütevazı, postlar artık tarih. Fotoğraf çekilemiyor.
İçeride çok değil bir saat yalnız kalmak isterdim.
Huzurun ve iyi sözün sesini duymak için.

ASMALI KONAK




Efsane dizi ekranlardan gideli çok oldu. Ama iki sevgilinin konağı da turiste açık. Biri restoran.


Kirası fazla artırıldığı için senaryo gereği yakılan konak da sapasağlam gülümsüyor meraklılarına.

Önünde kırmızı otobüs olan benim favorim, fena aşık Ali Bey'inki.

DEVELİ VADİ


Nasıl ama? Yok el yapımı değil.

KIZILIRMAK







Önemli çünkü, yurdumun topraklarında doğup, dökülen en uzun nehir. 1355 km.



Önemli, Sivas'ta doğup Samsun'da dökülürken denize, Sivas, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir, Kırıkkale, Ankara, Aksaray, Çankırı ve Çorum'u geziyor.



Üstünde tam sekiz baraj var.
Çok romantik, bakmaya doyamıyorsunuz.
Bir de üç kez geçerseniz üstünden dileğiniz oluyormuş.
Ben bu gezi sırasında üç kez geçtim, dilek de tuttum.
Ama dileğimi unuttum, o yüzden doğruluğundan haberdar edemeyeceğim kimseyi.
Fotoğraftaki adacığın üstündekiler testi.

FRESKLER

Freskler, kötü niyetle karşılaşmasaymış günümüze dek öylece kalacakmış. Zamanının dahiyane işleri bunlar. Yalnızca tavanda ve yükseklerde kalanları sağlam. Çoğu onbirinci yüzyıl erken hristiyanlık döneminden. Kazınan yüzler, üstüne yazılan, biri birini seviyo(aşkları batsın) türünden yazılar bile yazılmış.
İnanılmaz hikayeler barındırıyorlar. Ayrıca gizli sembollerle kazananların yazdığı tarihe çalım atmışlar.

ÜÇ GÜZELLER

İnanılmaz bir vadinin yamacı, üç peribacası. Ancak üçünü aynı anda görüntüleme şansınız yok. Öyle bir açıyla varlar işte.
Ama ben kendimi ekleyerek çözdüm işi.
Bundan sonra adına buranın, dört güzeller diyebilirler.

GÖREME AÇIK HAVA MÜZESİ







Sanırdım ki bu yöre coğrafik bir oluşumdan ibaret. Her peri bacasının içi bir dünya oysa. Kiliseler, şapeller, konut ya da narenciye deposu. Zaten satılık arsa yok. Arada bir satılık kaya ilanına rastlıyorsunuz.
Bazilyus Şapeli, Elmalı Kilise, Yılanlı Kilise, Karanlık Kilise, Azize Katerina Şapeli, Yörenin devasa mutfağı gezebildiklerimiz.


Göreme Açıkhava Müzesi hakkıyla bir haftada gezilir ancak.


Bizim gördüklerimiz, görebildiklerimiz.


Bir de Göreme adı bir ilenme gibi geldi bana. Hani kötülüğünü istersen birilerinin, bu güzelliği GÖREME gibi!

HACI BEKTAŞ